Ölüm Karşısındaki Çaresizliğimizin Dermanı Aşık Veysel’in Dizelerinde Gizli Olabilir Mi?

Ölüm Karşısındaki Çaresizliğimizin Dermanı Aşık Veysel’in Dizelerinde Gizli Olabilir Mi?

Doğan Şahin

 

Çaresizlik

Bence çaresizlik sadece bir derde çare bulamamak, çözümünün imkânsız olması demek değildir. Çaresizlik bir çarenin olmayışı yanında bu durumu kabullenememek demektir.

Velhasıl değiştiremeyeceğimiz ve değiştiremediğimiz için canımızı yakan bir durumu kabullenemeyişimizdir çaresizlik.

Şarkıların, türkülerin birçoğu çaresizliğe dairdir. En çok şu olur: Biri birini sever ama bir araya gelmeleri imkansızdır. Kan davası vardır, aileler arası düşmanlık vardır, bir taraf evlidir, adet vardır, töre vardır, örf vardır. İşte bir araya gelmeyi imkânsız yapan bir şey vardır ve kişi bu durumu kabullenemez ne sevdasından vaz geçer ne kavuşmak için kavgayı göze alır, oturur çaresizce ağlar.

Bu durum neden bu kadar sık tekrarlanıyor? Neredeyse türkülerin yarısı çaresizlik üstüne. İnsanlar neden baştan olmayacağını bile bile olmayacak bir şeye bu kadar yatırım yapıyor ya da olmayacağını anladıktan sonra vaz geçemiyor ve dert sahibi oluyorlar.?

Bu kadar bile bile başımızı kara sevdalara sokmamız acaba başka bir şeye karşı hissettiğimiz ama yüzleşemediğimiz bir çaresizliği mi anlatıyor?

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar

Ne diyordu bir halk türküsü: “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık.” Belki de bu bir savunmadır, bir tersine çevirmedir. Yani durum tamamen tersi de bunu mu inkar etmeye çalışıyoruz? Yoksa aslında ölüm ayrılıktan daha mı ağır? Ölüm her şeyden ağır da onu kabullenmek yerine ölüm karşısında hissettiğimiz çaresizliği başka şeylere aktarıp gerçek çaresizliğimizle yüzleşmekten mi kaçınıyoruz?

Türkülerde kara sevdalar ve ona bağlı çaresizlik bu kadar yaygın ele alınırken ölüm konusu genellikle geçiştirilir. Bunun en büyük istisnası Aşık Veysel’dir. Ölüm gerçeğini inkâr etmeye çalışmadan, ondan rahatlıkla bahsedebilen biri Veysel. Bakın ne güzel anlatmış ölüme yazgılı oluşumuzu, kaçınılmaz tek finalin ölüm olduğunu:

“Dünyaya geldiğim anda,

Yürüdüm aynı zamanda,

İki kapılı bir handa

Gidiyorum gündüz gece”.

 

Ölüm gerçeğinden kaçınma yolları

Dinlerin temel işlevlerinden biri ölümü inkâr etmektir. Ölüm gerçeğini inkâr etmeye yönelik çabalarımız, kültürümüzün çok büyük bir kısmını oluşturur.

Öleceğimiz gerçeğini kabul edemediğimiz gibi kaybettiklerimizin geri gelmeyeceğini, onlarla bir daha kavuşamayacağımızı da kabul etmek istemeyiz. İşte bu iki gerçeği; ölüp gideceğimiz ve kaybettiklerimize kavuşamayacağımız gerçeğini inkâr etmeye yönelik devasa bir külliyat yaratmışız.  Günümüzdeki dinlerden çok önce, bilinen ilk dinler ataların ruhu ile ilgilidir. Onlarla temas kurmaya dayalıdır. Yani ölmüş atalarla bağın devam ettiği masalı üzerine kuruludurlar.

Birçok erken dönem dininde ölümden sonra başka bir dünyaya geçildiğine ve orada da yaşamın devam ettiğine inanılırdı. Bu yüzden de ölüyle beraber öbür dünyada işine yarayabilecek eşyalar, alışveriş yapabilsin diye değerli taşlar konurdu. Savaşçılar da atları ve silahları ile gömülürdü.

İnsan hayatın bir sonu olduğunu kabullenememiş ve ölüm karşısında yaşadığı çaresizliği inkâr etmeyi seçmiştir. Bunun için de mitler, efsaneler, dinler yaratmıştır.

Ama birçok savunma tutumunda olduğu gibi bu mekanizmalar yetersiz kalmıştır. Kurumlara ek olarak bireysel çabalar ve şahsi eklemeler gerekmiştir. Çaresiz bir aşk, ölüm karşısındaki çaresizliğimizi en iyi ikame edeceğimiz şeylerden biridir. Çaresiz aşkın ölüme karşı en büyük avantajı ucunda ölüm olmaması ya da nadiren olmasıdır.

Travmalar ve ölüm korkusu

6 Şubat’ta çok büyük bir bölgeyi etkileyen iki büyük deprem oldu. On binlerce kişi hayatını kaybetti. Böylesi afetlerden sonra, depreme maruz kalanlar ve tanık olanlarda kimi psikolojik sorunlar ortaya çıkar.

Travmaların psikolojimizi etkilemesinin en büyük nedeni, ölüm gerçeğini inkâr etmemizi engelliyor oluşudur.

İnsan hayata dair olumlu düşünceleri varken huzur içinde olabilir. Bu dünyanın güvenli bir yer olduğuna, durduk yerde başına bir şey gelmeyeceğine ve hayatının tehdit altında olmadığına inanması gerekir.

Hayatın günlük akışı içerisinde ölümlü olduğumuzu bilincimizden uzak tutarız, uzak gelecekteki küçük bir ihtimal gibi ele alırız. Azrail’in bizi ziyaret etmesine daha çok vardır.

Sonra böylesi bir felaket olur ve dünyaya dair bu algımızı yerle bir eder.

Deprem der ki, “Yoo, dünya öyle güvenli bir yer değil, üstüne bastığın zemin her an sallanabilir, seni koruyan, kalen gibi gördüğün ev başına yıkılabilir ve bir gece uykunda ölüp gidebilirsin”.

Travmatik olaylardan sonra ortaya çıkan belirtiler, güvenlik algımızın yok oluşuyla ilgilidir ve travmadan kurtulup iyileşmemiz de dünyayı yeniden güvenli bir yer olarak algılamaya başlamamızla olur

Travmadan sonra ortaya çıkan semptomlara bakarsak semptomların çoğunun travmanın bizi ölümle ve zayıflığımızla yüzleştirmesine bağlı olduğunu da anlarız.

Tekrarlama belirtileri, travma sırasında hissettiğimiz zayıflığımızın, çaresizliğimizin tamirini amaçlar. Travma anlarını tekrar tekrar yeniden hatırlayarak, düşünerek, rüyalarımızda tekrar tekrar işleyerek, yavaş yavaş değiştirir ve giderek üzerinde kontrolümüz varmış gibi hissetmeye başlarız. Tekrarlama belirtileri egonun travmatik deneyim üzerinde kontrol kurma çabalarından ibarettir

Düşünce duygulara dair olumsuzluklar ise kendilik ve nesne tasarımının, travmaya bağlı değişmesinden duyduğumuz keder ve yası anlatır. Travma ile artık kendimiz eskiden olduğu gibi incitilmez, dirayetli ve serinkanlı algılayamayız. Dehşete düşebilen, panikleyen ve ölmekten, yaralanmaktan korkan biri olduğumuzu görmüşüzdür. Dünya da güvenli bir yer olmaktan çıkmıştır. Artık her an ölümle burun buruna gelebileceğimiz, tehlikeli bir yer gibi görünür.

Travma sonrası ortaya çıkan, değişen gerçeklik algısı, çevresinde olan bitenin farkında olmama ve travmatik olayın bazı bölümlerini hatırlayamama, küntlük, apati gibi disosiyatif belirtiler, yaşadığımız dehşeti asimile edemeyişimizle ilgilidir. Travmanın yarattığı korku ve dehşet o kadar fazla gelmiştir ki bir defans olarak algı kanallarımızı kapatmak ya da kısmak zorunda kalmışızdır.

Yaşanan ya da tanıklık edilen olayların ağırlığına karşı bir başka savunma olarak, travmayı hatırlatan olay ve durumlardan uzak durma, kaçınma çabaları gelir.

Ancak tüm bu savunmalara rağmen kişinin içinde bulunduğu korku ve dehşet, uykuya dalamamak, çabuk sinirlenmek, öfke nöbetleri, hipervijilans gibi artmış uyarılmışlık belirtilerine neden olur.

Zaman geçtikçe ve terapinin ya da sosyal çevrenin verdiği destek ve dış dünyadaki tehlike algısının azalması ile yavaş yavaş kendilik tasarımımızı yeniden onarırız, kendimizi eskisi kadar olmasa da yeniden öz güveni artmış olarak, dünyayı da daha az tehlikeli olarak algılamaya başlarız ve giderek bu yoldan travmayı atlatırız.

Ölümü ve hayatın bir sonu olduğunu kabullenmek

Ancak ölümle böylesi bir karşılaşma bazı kişilerde yeni bir bakış açısına ve kavrayışa neden olur.

Ölümle yüzleşen bazı kişiler, ölümün gerçekliğini inkâr ederek yaşamak yerine ölümle hesaplaşıp, ölümü kabullenir. Ölümle yüzleşmek ve kabullenmek birçok kişide dünyayı daha anlamlı ve derin bir şekilde kavramaya neden olur.

Ölümü inkâr etmek ya da öleceği dehşeti içinde boğulmak yerine hayatı bir mucize ve müjde olarak algılar. Korku ve açgözlülükle daha çok şeyi tüketmeye ya da sahip olmaya çalışmak yerine her anın biricikliğini ve değerini bilerek çok daha anlamı ve doyumlu bir hayat yaşamaya başlar.

 

Ölümle yüzleşmek ister travma gibi bir etkenin zorlaması ile olsun ister korkularını yenip, iç görü kazandığı uzun bir süreç sonrasında olsun aynı zamanda başkalarına duyulan, sevgi ve empatiyi de artırır. Her bir insanın ve canlının ne kadar özel ve değerli olduğu bilincini ortaya çıkarır.  Ölümle yüzleşmek ve ölüm karşısındaki çaresizliğimizi, dolaysıyla her şey gibi bizim de bir sonumuzun olduğunu kabullenmek her şeye daha şefkatle bakmayı ve dayanışma isteğini uyandırır. Kişi kendisini giderek evrenle daha bütünleşmiş olarak algılar, ölümün başka düzeyde bir var oluş olduğunu anlar.

Sonra da belki şöyle yazar:

“Bütün kusurumuzu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır”

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın