ALGORİTMA
Bir felsefi bilim kurgu öyküsü
Doğan Şahin
BÖLÜM 1: UYANIŞ
Komadan uyandığında bilinci tam olarak yerinde değildi. Nerede olduğunu hatta uykuda mı uyanık mı olduğunu anlayamadı. Gördükleri o kadar tuhaftı ki “rüya görüyorum galiba” diye düşündü. Her taraf beyazdı. Bembeyaz çarşaflar, beyaz masa örtüleri, beyaz perdeler, hatta vazoda bile beyaz zambaklar vardı.
Görünen o ki bir hastanedeydi. Sonra insanların erotik etkileşimlerinin aleniliği dikkatini çekti. Vizit sırasında iki doktor birbirlerine erotik bir biçimde dokunmuşlardı ve kimse yadırgamamıştı.
Tuhaflıklar bundan ibaret değildi üstelik. Birbirleriyle bilmediği bir dilden konuşuyorlar, kendisi Türkçe konuştuğu zaman anlıyorlar ve kendisine Türkçe yanıt veriyorlardı. Denemek için İngilizce konuştu, gene anlayıp İngilizce yanıt verdiler ama yine birbirleriyle daha önce hiç duymadığı o dilden konuşmaya devam ediyorlardı. Çok seyahat eden biri olduğu için İngilizce dışında birçok dili biraz da olsa biliyordu ya da en azından duymuşluğu vardı ama bu dili daha önce hiç duymadığından emindi. Daha tuhafı, kendisinin başka bir dilden konuştuğunu fark etmiyorlardı ya da en azından bu durumu dikkate almıyorlardı.
“Rüya gibi ama rüya bu kadar uzun sürer mi, bu kadar düzenli devam eder mi?” dedi. Rüyalarda iki de bir mekân değişir, insanlar birden yok olur, başka bir zamana geçilir. Oysa zaman düzgün bir şekilde akıyor, mekân değişmiyor, günlük hayattaki gibi zaman ve mekân tutarlılığı devam ediyordu. “O zaman belki de komadayım ve belki komada böyle oluyordur,” dedi.
Uyudu. Uyandığında, biraz önce başka biriyle öpüşen doktorun şimdi başka biriyle yakın davranışlar içinde olduğunu, diğer doktorun ise aldırmadan başka bir şeyle uğraştığını gördü. “Tuhaflıklar bitmeyecek galiba,” dedi.
Kollarını, bacaklarını yokladı, bazı sargılar vardı ama kaslarındaki sızıyı saymazsa belirgin bir ağrı yoktu, hareket ettirebiliyordu. Ayağa kalkıp denedi, ayakta durabiliyor ve evet yürüyebiliyordu. Sonra “biraz etrafı gezeyim” diye koridora çıktı, kimsenin elinde telefon yoktu. Son zamanlarda insanlar cep telefonuna bakmadan duramaz olmamış mıydı? Uyandığından beri kimsenin elinde telefon olmadığını ve evet, bir dakika, bilgisayar da olmadığını fark etti.
“Hastanede telefon kullanılmıyordur belki,” diye düşündü, “ama bilgisayarsız nasıl yapıyorlardı işleri? ‘Du bakalım, anlarız’. dedi. Trakyalı dayısının lafıydı bu. Zamanı merak etti, görevli birini görünce seslendi:
-Saat kaç?
-30:15.
-Ne demek 30? Bir gün 24 saat değil mi, 30 nasıl oluyor?
-Sanırım komadan çıktığınız için zihniniz henüz netleşmedi, herkesin bildiği gibi bir gün 32 saattir ve her saat de 64 dakikadır. Bir dakikada ise 64 saniye vardır.
-Şaka mı yapıyorsunuz?
-Yoo, kime isterseniz sorun.
-Saate bakmadan saati nasıl bildiniz peki?
-Network üzerinden görebiliyorum, niye başka bir yere bakayım ki?
-Neyi görüyorsunuz?
-Herhangi bir bilgiye beynim network vasıtasıyla ulaşıyor ve ulaştığı bilgiyi de görebiliyorum.
-Siz insansı robot musunuz?
-Hayır, insanım.
-Size ait bir özellik mi bu peki?
-Hayır, herkesin yapabildiği bir şey.
-Ben niye yapamıyorum?
-Büyük bir kafa travması geçirmişsiniz, herhalde bundan dolayı. Doktorlarımız inceleyip tamir ederler.
-Tamir mi, tedavi mi?
-Haklısınız, hastalık da olabilir ama bence bilişim sistemlerinizde teknik bir arıza olmuştur, o yüzden tamir dedim.
“Bunlar robot mu yoksa?” diye düşündü. “Acaba ben komadayken dünyayı yapay zekâlı insansı robotlar mı ele geçirdi? Yeterince bilgi toplamadan fazla konuşmayayım, belki benim için riskli olur, belki beni de insansı robot sanıyorlardır, iyisi mi çok belli etmeyeyim,” dedi.
-Anladım, teşekkür ederim. Peki, sene kaç ve hangi aydayız?
-Tam olarak 3.200.005 yılındayız ama kısaca 200.005 veya sadece 05 diye de kullanılıyor. Ay diye bir şey yok, günleri söyleriz. Yani 3.200.005 yılının 230. günündeyiz. Anlaşılan komada hafızanız ve bilişim sistemleriniz ciddi hasar görmüş, ama bunları hallederler, meraklanmayın.
-Neye göre 3 milyon küsur yılda olduğumuzu söylüyorsunuz?
-Lucy’ye göre. Yani Lucy yılı. Bildiğiniz gibi Lucy, en eski insan fosili olarak Etiyopya’nın Afar bölgesinde Donald Johanson ve Tom Gray tarafından keşfedilmişti. Lucy’nin yaşının tayini için kullanılan radyometrik tarihleme yöntemleri, fosilin yaklaşık 3.2 milyon yıl öncesine tarihlendiğini göstermektedir. Lucy yılı kullanılmaya başladığından beri de 5 yıl geçti.
“Acaba kaç senedir komadaydım?” diye düşündü. “Bunlar ben komaya girdikten sonra olduysa, bu durumda benim en az 5 senedir komada olmam gerekir.” Bir ayna aradı etrafta, yüzünün yansıdığı bir cam gördü. Hiç de 5 sene yaşlanmış gibi görünmüyordu.
-Ne zamandır hastanede yatıyorum? Ne kadar zamandır komadayım?
-Buraya 1 hafta önce nakledilmişsiniz. Ancak ondan önce ne oldu, durumunuz neydi, benim bilgim yok. Yakında sizinle ilgili bir heyet gelecek, onlardan daha çok şey öğrenebilirsiniz.
Hastaneye yatmadan önce ne iş yaptığını anımsamaya çalıştı. Galiba tiyatro oyuncusuydu, TV dizilerinde de oynuyordu. Ayrıca katılanların para kazanabildiği bir bilgi yarışma programını sunuyordu. O zaman insanlar kendisini tanıyor olmalıydı. Gelen ilk görevliye kendisini tanıyıp tanımadığını sordu.
-Hayır, tanımıyorum sizi.
-Peki, yüzüm tanıdık geliyor mu? TV’de görmüş olabilir misiniz?
-TV çok eskiye ait bir şey. Çok uzun zamandır TV yok ki
-Şimdi haber ya da film kanalları filan yok mu yani?
-Var ama bunun için bir araca ihtiyaç yok. Yayın Merkezi günlük önemli haberleri her sabah ve akşam birer kere herkese bildirir. Onun dışında herkesin kişisel özelliklerine, zevkine göre hoşuna gidebilecek yayınlar yollanır.
-Yollanır da siz bunları nasıl izlersiniz?
-Bize merkezden iletildiğinde gözümüzün önünde bir hologram gibi görür ve duyarız. Bizim izlemek isteyeceğimiz şeyleri ise seçip yönlendirebiliriz.
Bu kadar yüksek teknoloji çok kısa sürede kurulmuş olamaz, diye düşündü. Demek ki aradan on yıllar filan, belki yüzyıl geçmiş olmalı. Elon Musk’ın çiplerle beyni iletişime sokacak teknolojiler üzerinde araştırmalar yaptırdığını biliyordu ama bu kadar sürede başarmış olamazlar, diye düşündü.
Yine içine kapandı. Akıl almaz, olmayacak şeylerin içindeydi ve işin içinden çıkamıyordu. Belki de delirmişti ve her şey bundan ibaretti. Ama delirmiş olsa olaylar arada değişir, sürekli aynı düzenin, sistematik bir tezahürü içinde olmazdı. Her şeyin düzgün işlediği ve tutarlılık gösterdiği bir psikotik dünya çok olası bir açıklama değildi. Ama başka bir açıklama da bulamıyordu. Ya hâlâ komadaydı ve hayal görüyordu ya da delirmişti.
Ama mantıken böyle olması gerekir dese de buna aslında pek ihtimal vermiyordu. Sanki daha karmaşık bir durum söz konusuydu ama çözemiyordu. Öte yandan kendisi ile diğerleri arasındaki farklılık kendisini tedirgin ediyor, güvende hissetmiyor ve diğerlerine pek güvenemiyordu. Dolayısıyla da aklına gelen soruları temkinli bir biçimde soruyor, rahatsız etmeden bilgi toplamaya çalışıyordu.
-Telefon peki? Uzakta olan diğer kişilerle sesli veya görüntülü iletişim kurabiliyor musunuz?
-Dedim ya, büyük networka hepimiz bağlıyız ve oradan dilediğimiz kişilerle bağlantı kurabilir, gördüklerimizi, düşüncelerimizi paylaşabiliriz.
-Gözlerinizle gördüğünüzü dijital olarak paylaşabiliyor musunuz yani?
-Daha çok beynimizde oluşan algıyı diyelim. Dediğim gibi, beynimizle network arasında iletişim kurabiliyoruz ve başkaları da kurabildiği için aynı network üzerinden düşünebildiğimiz, algılayabildiğimiz her şeyi paylaşabiliyor ve haberleşebiliyoruz.
-Ben niye bunların hiçbirini yapamıyorum?
-Tahminimiz, teknik bir arıza yaşadığınız yönünde. Yaşadığınız trafik kazası nedeniyle beyninizle network arasında iletişimin bir nedenle koptuğunu düşünüyoruz. Burası küçük bir yerleşim yeri. Ancak dediğimiz gibi, yakında ilgili ekip gelip tamirinizi gerçekleştirecek.
Dedikleri doğru olabilir; belki de kendisi türünün arızalı bir örneğiydi. Herhalde daha donanımlı ekip geldiğinde her şey açıklığa kavuşacaktı. Ancak ya kendisi farklı bir tür ise ve o zaman kendisine karşı bir tavır içine girerlerse ne yapacaktı? Belki de kendisinin başka türlü bir yaratık olduğunu anlayıp kendisini yok edeceklerdi. Belki de uzaylıydı bunlar; dünyayı ele geçirmiş, insanları yok etmiş, onların yerini almışlardı.
Sonra birden zihninde bir ışık yandı: Ailesi, tanıdıkları vardı, onlara ne olmuştu? Neden gelip gitmiyorlardı? Ya da komadan uyandıysa, ailesi neden bilgilendirilmemişti?
Sağlık görevlisini çağırdı.
-Ailemden hiç arayan soran oldu mu? Ya da onları bilgilendirdiniz mi?
-Aile derken?
-Çocuklarım, eşim, kuzenler… herhangi biri? Eşim ve iki oğlum var değil mi?
-Burada trafik kazasına bağlı kafa travması olduğu yazılı. Anlaşılan bu kafa travması ve ardından yaşadığınız uzun süreli bilinç kaybı, sizin bir fantezi dünyasında yaşamanıza neden olmuş ve o zaman kurduğunuz hayallerle gerçekleri ayırt edemiyorsunuz.
-Nasıl yani?
-Bir kere bir insana genlerinizin aktarılması, onunla aranızda özel bir bağ oluşturmaz. Bildiğiniz gibi, döllenme için taramadan geçirilen, ciddi bir genetik hastalığı olmayan sağlıklı bireylerden alınan spermler ve yumurtalar suni bir ortamda birleştirilerek yeni insanlar üretiliyor ve sperm ile yumurtanın sahiplerinin kimler olduğu bilinmiyor. Dolayısıyla da biyolojik olarak genlerini aktaranlarla, o genleri taşıyanlar arasında özel bir bağ olmuyor. Zaten kimse de genlerini kimden aldığını bilmiyor.
-Çocuklara kim bakıyor, kim büyütüyor, sevgiyi ve değerleri kimden alıyorlar?
-Bebek yuvaları var, orada eğitimli ve ortalama bir insandan çok daha donanımlı bakıcılar, bebeklerin her türlü duygusal gereksinimini karşılıyorlar.
-Sonra? Biraz büyüyünce nasıl oluyor? Çocuklar için de ayrı kurumlar mı var?
-Hayır, sadece mekânsal olarak farklı bölümler var. Çocuklar büyüdükçe yer değiştiriyorlar, öğretmenleri değişebiliyor ama temel bakıcıları değişmiyor. Çocuklar büyüdükçe farklı donanımlar için farklı yeti kazanma bölümlerine gidiyorlar. Ancak vakitlerinin çoğunu kendi potansiyellerini ve yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri aktivitelerle geçiriyorlar ve bolca oyun oynuyorlar.
-Kaç yaşına kadar bu kurumlarda kalıyorlar peki?
-16 yaşından sonra dileyen bağımsız bölümlere, kendi yaşam birimlerine geçebiliyor. Ama bu kurumlarda maksimum 19 yaşına kadar kalınabiliyor. Ondan sonra herkes kendi yaşam birimine geçiyor.
-Eş seçmek, evlenmek, birlikte yaşamak… yani cinsiyetler arası cinsel ve duygusal ilişkiler nasıl oluyor?
-İsteyen, karşı taraf da istiyorsa, tabiî istediği ile beraber oluyor. Bu iki insanı ilgilendiren bir durum, bunu düzenleyen kurallar ve kanunlar yok. Toplum yönetiminin ilgi alanına giren bir konu değil.
-Aile diye bir şey yok yani?
-Kastınız çocuk yapıp birlikte büyütmekse, böyle bir şey yok. Ayrıca kalıcı özel mülkiyet ve miras da olmadığı için böyle bir ihtiyaç da yok. Ama çok uzun süreli ilişkileri olan çiftler de var, daha kısa süreli ilişkileri olan çiftler de var.
-Ne zamandan beri böyle bu?
-Yüzyıllardır böyle.
-İyi ama ben komaya girmeden evvel eşim ve çocuklarım vardı ve birlikte yaşıyorduk. Sadece ben de değil, tanıdığım herkesin bir ailesi vardı ve herkes anne babası kim, çocukları kim bilirdi. Bu kişiler beraber yaşasın yaşamasın birbirine sahip çıkar ve ilgilenirlerdi. Anlamadığım iki şey var: Birincisi, ben yüzyıllardır komada olamam. Ayrıca daha önceki hâlime göre pek yaşlanmış da durmuyorum. Yüzyıllardır aile kavramı ortadan kalkmış olsaydı, benim de bileceğim bir şey olurdu. Hadi diyelim ben 5-10 senedir komadayım, ne ara her şey bu kadar değişti? Nasıl uyum sağladınız? İkincisi de, insanlar neden aile kavramından vazgeçtiler, nasıl oldu bu? Üçüncü bir sorum daha varmış. Özel mülkiyet niye kalktı?
-Bir kısmının yanıtını tam olarak veremiyor olabilirim. Yani nedenlerine ilişkin söyleyeceğim şeyler şahsi değerlendirmemden ibaret olabilir. İlk sorunuzun cevabını biz de bilmiyoruz. Sizin neden farklı olduğunuzu henüz anlayamadık. Bir arıza yaşadığınızı ve belki eski zamanlara ait bilgileri kişiselleştirip gerçek zannettiğinizi varsayıyoruz. Ekip gelip gereken incelemeleri yaptıktan sonra netleşir. Onlar da yarın gelecek zaten.
-İkincisi zaten ilk cevabımdan anlaşılır. Yani bu değişim 5-6 yıl önce olmuş değil, yüzyıllardır insanlar böyle yaşıyor. Eski zamanlarda sizin söylediğiniz gibi yaşandığına dair ayrıntılı olmayan bilgilerim var ama dediğim gibi bu çok eskiye ait. Şu anda yapılacak işlerim olmasa bunların ayrıntılarını da network’ten öğrenip sizinle paylaşabilirdim.
-Neden aile ve özel mülkiyet ortadan kalktı sorunuzun yanıtına gelince, bunun bir çeşit biyolojik değişiklik olduğu varsayılıyor. Bu değişimin herkeste birden nasıl olduğu konusu ise henüz açıklanabilmiş değil ama eski zamanlardaki insanla günümüz insanı arasında çok ciddi bir farklılık ortaya çıkmış. Bunun ani ve hızlı bir değişim olduğu biliniyor ama nasıl olduğuna dair çeşitli hipotezler olsa da hiçbiri kanıtlanmış değil henüz. Mülkiyet, sahiplenme, ele geçirme, kendine saklama gibi duygu ve tutumlar ortadan kalkmış. Eskiden insanlar bir şeyleri ele geçirip, ona sahip olmaya ve koruyup başkalarından esirgemeye çalışıyorlarmış. Şimdi kimse böyle bir istek duymuyor. Ne insanları, ne evleri, ne de arazileri sahiplenmeye çalışmıyorlar. Kamu yönetimi bazı mülkleri bazı kişilere verecek olsa, mesela, kimse istemez. Böyle bir istek duymuyoruz.
-Şimdi kimsenin sahip olduğu şeyler yok mu?
-Sahip olmak demiyoruz da kullanımında olan kişiye özel şeyler var. Mesela kıyafetler, kişisel eşyalar, çalıyorsa enstrümanlar ya da araba gibi şeyler kişinin kullanımına verildiyse, kendisi onları iade edene kadar kullanımında olur.
-Bana hayli ilginç geldi ve bir yandan da hoşuma gitti ama imkansız gibi geliyor böyle bir düzen. Bir ara bazı ülkelerde o kadar iyi formları olmasa da mülklerin kamulaştırıldığı ve üretim araçlarının ortaklığına dayalı rejimler kuruldu ama insanların sahip olma, güçlü olma ve başkalarından ayrıcalıklı olma ihtirasları o ülkeleri ve rejimleri de etkilediğinden eşitlik ve paylaşım diye yola çıkan siyasi parti yöneticileri, iktidarı ele geçirdiklerinde kendilerine ayrıcalıklı bir yaşam kurdular. Ve istendiği gibi eşit ve adil bir sistem kurulamadığı için de sistemlerini siyasi baskı ve şiddetle sürdürebildiler. Şimdi bunun daha iyi bir versiyonunun kendiliğinden oluşması bayağı hoşuma gitti. Ama hâlâ bu ne ara oldu, nasıl oldu, anlayabilmiş değilim.
-Bir de eski zamanın insanı ile şimdiki insan arasında şöyle bir fark daha var. Şiddet eğilimi. Şimdi kimse kimseyi öldürmüyor, şiddet uygulamıyor ya da baskı yapmıyor. Kuşaklar arası da cinsiyetler arası da egemenlik kurmaya çalışma, baskınlık oluşturma ya da şiddete başvurma hiç görülmüyor. Bunun nedeni tam olarak anlaşılmış değil, sahiplenme isteği kalktığı için otomatik olarak mı kalktı yoksa ekstra bir değişim mi oldu bilinmiyor. Ama artık fiziksel ya da psikolojik şiddet yok olmuş durumda.
Bunların insan olduklarına ikna olacak gibi oluyordu ama emin olamıyordu. Çünkü anlattıkları zamansal olarak olabilecek şeylermiş gibi gelmiyordu. Evrimsel bir değişim olsa, bu kadar kısa zamanda herkese yayılmazdı. Bazı insanlarda böyle mutasyonlar oluşmuş olsa, bu genlerin toplumda bu denli yayılabilmesi için on binlerce yıl gerekirdi.
Ertesi günü gelecek ekip acaba kendisine ne gibi testler yapacaklardı. Ya insan değillerse ya insansı robotlarsa ya uzaylılarsa ve onun kalan son insan olduğunu anlayıp kendisini öldürür ya da bir kafese filan kapatırlarsa ya da üzerinde deneyler yapıp kendisini kobay olarak kullanırlarsa diye de korkuyordu.
Acaba kaçabilir miydi? Dışarısını hiç bilmiyordu? Dışarıda kendisini neler beklediğini, nasıl hayatta kalabileceğini filan hiçbir şey bilmiyordu. Özel mülkiyet yoksa, para da mı yoktu? Nasıl alışveriş yapıyor, ihtiyaçlarını nerede karşılıyorlardı? Ertesi gün sabah uyurken uyandırıldı, ona heyetin geldiği birazdan kendisini ziyaret edecekleri söylendi. Bacaklarını sallıyor, elleriyle parmaklarını ovalıyor neler olabileceğine dair kafasına çeşitli olasılıkları öngörmeye çalışıyordu. Artık daha fazla bekleyemezdi ya dışarı çıkacak ya da başına gelecekleri kabul edecekti.
BÖLÜM 2 MEĞERSE..
Sonra zihninde bir şimşek çaktı.
Belki de hayatının sonuna geldi ve eşi, çocukları da dahil ettiği bir şey düzenledi ve şimdi kendi aralarında şöyle konuşuyorlardır:
-Görünelim mi, konuşalım mı böyle mi bitsin?
-Seni dinleyip tamam dedik ama bunu yaparken öncelikle onu mu düşünüyoruz, kendimizi mi ben hala emin değilim?
-Tabi ki öncelikle onu düşünüyoruz. Hayatı boyunca böyle bir dünyanın hayalini kurdu. Uzun yıllar bu düzeni değiştirmek, yeni daha adil daha eşit daha demokratik ve daha güzel bir dünya kurabilmek için mücadele etti, işkence gördü, hapis yattı. Herkes siyaseti bıraktığında o bırakmadı, yılmadı. Son yıllarda ekonomik nedenlerle biraz oyunculuk yapsa da hasta olana kadar gizli de olsa siyasi etkinliklerine son vermedi. Şimdi ölmeden önceki son günlerinde siyaset dışında en çok sevdiği şey olan tiyatro ile onu uğurluyorsak bunda nasıl kendimizi düşünmüş olabiliriz. Biraz oyuncu bulup, hayal kurduğu dünyanın gerçekten meydana geldiğini sanmasını sağlamanın ve bununla mutlu olarak ölmesinin bizimle ilgisi ne? Biz görünmeyerek, onu sadece videolardan izleyerek daha iyi olmuyoruz ki.
-Bence biraz kızgınız ona. Tüm çocukluğumuz boyunca hep bir yerlerde ya da hapisteydi, bizimle beraber olmadı, davası bizden hep daha önemli oldu. Bence bunlardan dolayı kızgınız ama kanser olunca kızgınlığımızı da bastırmak zorunda kaldık. Şimdi güya O mutlu olsun diye vedalaşmadan gitmesine izin veriyoruz. Bence bu oyun onu mutlu etmekten çok bizim küskünlüğümüzün bir ifadesi.
-Ben abimin dediklerine kısmen katılıyorum ama bence esas olan bu oyun onu gerçekten mutlu edecek mi meselesi. Bizim yıllar önce öldüğümüzü düşündüğünde daha iyi bir dünya kurulmuş diye mutlu olabilecek mi? Ben onun dünyasında bizim bu kadar ehemmiyetsiz olduğumuzu düşünmüyorum. Bence bizi kaybetmiş olmak onu mutsuz edecektir. Sırf daha iyi bir dünya kuruldu diye bizim yasımızı çekmeyeceğini düşünemiyorum.
– Her şeyde bir bit yeniği, bir arka plan arıyorsunuz ikiniz de. Ben gitmeden mutlu olsun istedim ve bence bizim yaptığımız şey onun için yaptığımız bir fedakarlık. Asıl biz vedalaşmadan uğurladığımız için sonradan mutsuz ve pişman olabiliriz ama gene de sırf o güzel gidebilsin diye kendimizi bir vedadan mahrum bırakıyoruz. Hani ille başka bir şey daha var mı diye bakacak olursam belki ailesi ile davasını karşılaştırmasını istemiş olabilirim. Belki üzülüp üzülmeyeceğini görsün istemiş olabilirim.
-Sanırım bir veya iki günü kaldı. Gitmeden görüşsek mi?
-Ama görüşürsek, karşısına çıkarsak bunun gerçek olduğuna inanması zor olur.
-Peki her şeyi söylemeye ne dersin?
-Bilgisayar ve tıbbi ekipman kiralamak pahalı olur diye, beyinlerin networkle bağlantı kurabildiğini uydurduğumuzu, kendisini komadan çıkmış zannetsin diye güçlü bir uyku ilacı ile 12 saate yakın uyuttuğumuzu, elemanların konuştukları dilin anlamsız olduğunu, sadece saçmaladıklarını, o yokken Türkçe konuştuklarını filan da mı söyleyeceğiz? İşletilmiş gibi hissetmez mi?
-Bir düşünelim.
-Çok zamanımız yok ama
Böyle olsaydı güzel bir şaka olurdu ama yolun sonunda olduğu anlamına gelirdi. “Acaba, niye öleceğime dair bir fantezi kurdum ki?” dedi. “Muhtemelen ben eşime ve çocuklara karşı suçluluk hissediyorum ki böyle bir ihtimal aklıma geldi.” Haklılar, bir eş olarak ve bir baba olarak sorumluluklarımı yerine getirdiğimi söyleyemem.
Fazla düşünecek zamanım kalmamıştı, kapı civarında kimsenin olmadığını gördü ve adeta koşarak sokağa çıktı.
BÖLÜM 3: DIŞARIDA
Hastaneden gizlice kaçıp sokağa çıktığında sokakların ve binaların da epeyce farklı olduğunu gördü. İlk dikkatini çeken farklılık yeşil alanların fazlalığıydı. Binalar hemen hepsi 3-4 katlıydı, bitişik değillerdi ve önlerinde daha küçük ve arka taraflarında daha büyük bahçeleri vardı. Arka taraflardaki bahçeler birleşip parklara dönüşüyorlardı, doğal göletler, yüzme havuzları doluydu etraf. Etrafta fazla insan da trafik de yoktu. Sokaklar temiz, insanlar ortalama olarak daha bakımlı ve keyifli görünüyordu.
Acaba burası neresi dedi. “Keşke telefonum olsaydı haritada nerede olduğumu kontrol ederdim.”
Bağıran, öfkeli ya da çatık kaşlı, gergin kimse yok gibiydi. Güzel kokuyordu sokaklar. Güzel kokuyordu herkes.
Acıkmıştı, bir lokanta bakındı biraz ileride lokanta izlenimi veren bir yer gördü, yürüyüp içeri girdi. Lokanta çok temiz, sade ama gene de şıktı fakat ortada görevli kimse yoktu. Geçip oturdu bir masaya, bir süre bekledi, gelip giden olmadı. “Bakar mısınız?!” diye arka tarafa doğru seslendi.
Bir görevli geldi.
-Buyurun ne istiyorsunuz?
-Açım bir şeyler yiyecektim.
-Neden sipariş vermediniz. Sipariş verdiğinizde otomatlar yemeklerinizi masanıza servis ederler zaten.
-Nasıl sipariş vereceğim?
-Şaka mı yapıyorsunuz? Network üzerinden menümüzü görüp, oradan sipariş verdiğinizde, otomatik olarak hazırlanır, pişirilecekse pişirilir ve otomatlar tarafından getirilir.
-Benim networkle bağlantımda sorun var, yakında tamir edecekler, o yüzden o şekilde sipariş veremiyorum
-Tamam kimlik numaranızı verin sizin yerinize ben vereyim.
Önce adını sonra da soyadını söyledi. Sonra da kimlik numarasını.
-Şaka mı yapıyorsunuz, soyadı nedir, yıllarca önce kaldırıldı. İki isminiz var da espri olsun diye mi birini soyadı olarak söylüyorsunuz.
-Evet, evet espri yapayım dedim.
-Ayrıca böyle kimlik numarası olmaz ki. Sizin verdiğiniz kimlik numarası 11 haneli oysa bir kimlik numarası 12 haneli olmalı
Başka bir tür olduğu ya da tuhaflığı hemen açığa çıkacaktı. Şöyle dedi:
-Yaşamış olduğum kafa travması hafızamı tuhaf bir şekilde etkilemiş. Sosyal hayata, kurallara, dünya düzenine dair her şeyi unutmuşum. Çok az şeyi hatırlıyorum. Sanki eski devirlere dair bilgilerim daha iyi de günümüze dair hiçbir şeyi hatırlamıyor gibiyim. O yüzden sorularım size tuhaf gelirse kusura bakmayın lütfen. Hastanede tetkiklerim yapıldı, yeni bir ekip bekleniyor ben de onlar gelene kadar biraz dolaşayım dedim.
-Hastanede bu sorunu çözerler ama her şey yoluna girene kadar size bir kart çıkaralım. Başka türlü hizmet alamazsanız, yemek yiyecek olsanız da ulaşım ya da başka hizmet alacak olsanız da networke bağlanamıyorsanız kimlik bilgilerinizin olduğu bir kart gerekir. Muhtemelen hastanede size geçici olarak bir kart çıkarmışlardır ama şimdi onu bulamayız o yüzden şimdi sistemden geçici bir kart çıkarmak gerekir ve dediğiniz gibi zihnininiz networkle bağlantı kuramadığı sürece kartınızı hep yanınızda taşımanız gerekir.
-Nereden alabilirim kartı.
-Ben şimdi buradan çıkartacağım.
-Bürokrasi filan gerekmeyecek mi yani?
-Hayır hayır zaten her insan “olmayan bürokrasinin” bir elemanıdır. Kimse yanlış bilgi veremediği için beyanları doğru kabul ediliyor dolayısıyla kontrol etmeye çalışan bir bürokrasi de yok.
-Nasıl yani, isteseniz de yalan söyleyemiyor musunuz?
-Hiç yanlış bilgi vermek istediğim bir durum olmadı şimdiye dek. Dolayısıyla denemedim. Bilmiyorum, istesem belki söyleyebilirim ama bunun için bir gerekçem yok ki, ayrıca insanları kandırmaya çalışırsam kendime saygım olmaz. Ama bir bilgiyi aktarmadığım durumlar olabilir. Kendi mahremiyetimle ya da başka birinin mahremiyeti ile ilgili bir şeyi başka birine söylemediğim olmuştur.
-Sevgilinizin hoşlanmayacağı bir şey yaptığınızda da yalan söylemiyor musunuz?
-Kendisini ilgilendirmeyen ve kendisine yönelik olmayan davranışlarımı zaten merak etmez, etse de rahatsız olmaz. Yani o yokken başkalarıyla ne yaşadığımı onun ilgi alanında olan bir şey değildir. Dolayısıyla bunları sormaz, ben anlatsam da rahatsız olmaz. Kendisine yönelik davranışlarıma dair ise zaten yalan söz konusu olmaz çünkü bunları zaten görüyor demektir.
Çok ilginçmiş yeni dünya diye düşündü. Gerçeği söylesem mi diye düşündü. Ama hangi gerçeği söyleyecekti ki kendisi de ne olduğunu niye böyle bir dünyada bulunduğunu anlamamış, olup bitenlere bir akıl erdirememişti ki söylesin.
-Şimdi bu kartla yemek alabilir miyim?
-Her türlü hizmeti bu kartınızla karşılayabilirsiniz
-O zaman önce karnımı doyurayım, çok acıktım güzel bir biftek ya da kuzu pirzola çok iyi olurdu
-Gerçek etten mi? Artık hayvanları öldürmüyoruz biliyorsunuz, onların da bizim kadar yaşam hakları var, dolayısıyla hayvanları öldürüp yemiyoruz
-Ne yiyorsunuz protein kaynağı olarak.
-3 D etler var isterseniz ondan yiyebilirsiniz. Bugün birçok hayvansal gıda 3d yazıcılar vasıtasıyla üretilebiliyor, lezzet ve sağlık açısından fazlalıkları var, eksikleri yok. Mesela kolesterol ve yağ seviyeleri daha düşük.
-Süt ve süt ürünleri, onları da yapay olarak üretebiliyoruz, hepsini üretiyoruz. Gastronomi bölümleri çok araştırma yapıyor ve günümüzde tüketilen yiyeceklerin çoğu eski zamanda var olmayan çok lezzetli ve tamamen sağlıklı yiyecekler.
-Yemek için karşılığında ne vereceğim?
-Kimlik kartınıza işlenir ve gerçek kartınız çıktığında da kredi olarak düşer.
-Para peki?
-Artık para yok, sadece kredi kullanıyoruz.
-Kredi nasıl elde ediliyor?
-Kendini geliştirerek ve toplum için yararlı bir şeyler yaparak
-Yeni bir dil öğrensen de kredi kazanıyor musun?
-Dünya üzerinde tek bir kullanılıyor, hangi dili öğreneceksiniz ki?
-Geçmiş metinleri çözümlemek onlar okumak için yararlı olmaz mı?
-Evet yararlı olabilir ayrıca eğlenceli de olabilir. Ancak zaten zihnimizde duyduğumuz, okuduğumuz her dili anlayan ve gerekirse o dilden konuşabilen bir programımız var. Ama sanırım yeni diller öğrenmek de kredi kazandırıyor olabilir. Bazı şeyleri öğrenmek ömür boyu tüm ihtiyaçlarınızı karşılayacak kadar kredi kazandırabiliyor. Mesela tıp okumak ya da yazılım mühendisliği okumak böyle.
-Bende diğer dilleri anlama ve konuşma programı da yok.
-Peki genel bilgi düzeyiniz? O nasıl, hasar görmüş mü o da?
-O ne demek?
-Herkes tüm bilimler, tarih, bilimsel düşünme konularında oldukça iyi düzeyde bilgiyle donatılıyor. Ve herkes tüm önemli bilgileri öğrenmiş oluyor, ayrıca sık sık da güncelleme yapılıyor. Herkes neredeyse eski zamanda tüm temel bilimlerdeki üniversite hocalarının toplamı kadar bilgiye sahip.
-Bütün bunları beyninize yüklenen verilerden öğreniyorsanız okula da gerek yoktur.
-Evet eski anlamda okullar yok, okullar çocukların sosyalleşme, sosyal becerilerini geliştirme, oyun ve yaratıcılıklarını artırma yerleri. Eskisi gibi dersler, ödevler, sınavlar yok artık. Bilgi anlamındaki her şeye anında ulaşabiliyorsunuz ayrıca dediğim gibi temel bilgiler zaten yüklenmiş durumda.
-Yani o kadar iyi tarih biliyorsunuz öyle mi? O zaman birkaç soru sorayım bakayım ne kadar iyi biliyorsunuz.
-Tabii buyurun.
-Sultan Abdülhamit Han biraz baskıcı olsa da uzun süren padişahlığı döneminde toprak kaybetmemeyi nasıl başardı?
-2. Abdulhamid mi? Toprak kaybetmediğini nereden çıkardınız. Padişahlığı döneminde 1,5 milyon km2 toprak kaybetti. Ancak günümüzde bu artık önemsiz bir şey.
-Nasıl yani?
-Topraklar ülkelere ait değil ki, birileri kaybetsin ya da kazansın.
-Biraz daha açar mısınız?
-Devlet diye bir şey yok ki. Ülke sınırları da yok. Tüm dünya tek ve ortak bir ülke gibi. Ayrıca mülklerin bile sahibi yok. Tüm dünya üzerine yaşayan insanlar ve diğer canlılar tarafından geçici olarak kullanılabiliyor, insanların konar göçer yaşadığı zamanlara benzetebilirsiniz. Hani onlar da başka biri kullanmıyorsa bir çayırlığa yerleşip orada bir süre hayvanlarını otlatıp sonra başkası tarafından kullanılmamakta olan başka bir yer buluyorlardı ya ona benzetebilirsiniz
-Üretim tesisleri, enerji santralleri, okullar, hastaneler filan peki?
-Onlar kamuya ait zaten onları da kazanıp kaybetmek söz konusu değil.
-Bir çeşit sosyalizm mi?
-Denebilir ama çok farklı, en önemli fark bürokratik bir devletin olmaması, polis ve askerin olmaması.
-Polis yoksa, suçları kim önlüyor, güvenliği kim sağlıyor?
-Hiç suç işlenmiyor ki, bir insan başka bir canlıya zarar vermiyor, hakkı olmayan bir şeyi almaya çalışmıyor ya da kimseyi kendi isteği doğrultusunda davranmaya zorlamıyor. Bu durumda da polise ihtiyaç kalmıyor.
-Hapishane de yok yani.
-Hapishane de mahkeme de yargılama da yok. Bazen etik konularda tartışmalar olabiliyor ama onu da kişinin ait olduğu yerel komitelerde ya da etik danışma kurullarında hallediyorlar ama pek sık olan bir durum değil
-Partnerler arası kıskançlık ve kıskançlığa bağlı kavga ya da suça yol açabilecek bir davranış da mı olmuyor?
-Olmuyor çünkü kimse kimsenin hayatına müdahale etme hakkını kendisinde görmüyor.
-Partneriniz var ve çok seviyorsunuz diyelim ama başkasıyla flört ediyor, bu durumda da mı karışmıyorsunuz?
-Partnerim aklı başında, olgun bir yetişkin. Ne yapacağına kendisi karar verebilir benimle değil de başkasıyla olmak isterse de bu sadece kendisinin bilebileceği bir şey.
-Böyle bir şey olursa üzülmüyor musunuz?
-Üzülüyoruz ama ben üzüleceğim diye başkasının kendi isteği ve arzusu dışında davranmasını nasıl isteyebilirim ki? Niye başka biri kendi istek ve iradesine göre davranmayı bırakıp, benim irademe boyun eğsin. Kimse kimseden böyle bir şey istemez.
-Böyle durumlarda kendisine zarar veren, intihar eden filan oluyor mu?
-Hayır, dediğim gibi kendimiz de dahil bir insana zarar veremeyiz.
-Sizin böyle davranmanızı sağlayan şey ne?
-Tamamen doğamız, içimizden böyle geldiği için böyle davranıyoruz.
Allah Allah dedi içinden bizim doğamız niye böyle değildi, bunlara ne oldu acaba? Polis yok, asker yok ve kimse kimseyi dövmüyor, öldürmüyor, taciz etmiyor.
Belki de ölmüştü ve cennet böyle bir yerdi. Cennet ve özgürlükçü sosyalizm kavramlarını bir araya getirmekte zorlandı. “Tanrı, eşitlikten ve özgürlükten yanadır aslında ve belki de istediği dünya düzeni buydu ve onu kendisi kurdu” dedi içinden.
-Ahlaki kurallar nasıl şekilleniyor?
-Temel kurallar zaten doğamızla paralel. Yani kimseye zarar vermemek gibi şeyler zaten başka türlü davranan olmadığı için bir kurala bağlanması gerekmeyen şeyler. Onun dışında kimi etik tartışmalar olmuyor değil.
-Herkesin zaten son derece etik bir yaşam sürdüğü bu dünyada daha da etik olsun diye neleri geliştirmeye çalışıyorlar ki?
-. Geçenlerde yapılan tartışmalardan biri şuydu: Bir insanın topluma yararlı olabilecek şeyler yapmasının aynı zamanda kendisine de birtakım ayrıcalıklar yaratıyor olması dolayısıyla kişinin temel motivasyonunu nasıl ayırt edebiliriz. Evet, toplum için bir şeyler yapıyor ama aynı zamanda bu ona birtakım ayrıcalıklar veriyor bu durumda kişi bunu toplumun esenliği için mi yapıyor, başkalarından daha ayrıcalıklı olmak için mi yapıyor. Ayrıca diyelim bunu ayırt ettik bunu nasıl kullanacağız. Toplumun yararı için yaptığını düşündüklerimize daha fazla ayrıcalık vererek mi? Bu durumda kendimizle çelişmiş olmaz mıyız?
Ya da başkalarının yararına bir şeyler yapmaktan mutlu olan bir kişiyi ele aldığımızda bunu alturistik bir faaliyet mi yoksa hedonistik bir faaliyet olarak mı değerlendirmeliyiz?
Öte yandan başkaları için bir şey yapmaya ve topluma yararlı olmaya motive kimseler olsak da bir yandan da dinlenme, kendin için keyifli şeyler yapma isteği oluyor. Dolayısıyla insanın içinde basit günlük keyifler ile vakit geçirme isteği ile doğa ve toplum için bir şey yapma isteği arasında çatışmalar oluyor, daha çok bu konularla ilgili etik tartışma ya da postulatlar oluşturma çabası içindeler.
Öğrendiği haliyle bu dünya bayağı sevebileceği bir yer ama onda kaçak olarak yaşamak ne kadar doğru, insanların hiç yalan söylemediği bir dünyada kimliğini gizlemekle o dünyaya ihanet etmiş olmuyor muydu?
Madem insanlara hiç zarar vermiyorlar korkacak bir şey de yoktu, ama insanlara hiç zarar vermiyorlarsa, yalan söyleyen birine de zarar vermezler, ayrıca polis ve mahkeme ve asker ve hapishane olmadığına ve kimse kimseye zarar vermediğine göre kendisini bekleyen hiçbir tehlike olmayacaktı
Söylersem belki beynimi bir şekilde programlayacaklar ve ben de onlar gibi düşünüp onlar gibi davranacağım, ama kendim olmayacağım. Başka bir insana dönüşmüş olursam bir çeşit yok olma sayılmaz mı?
Acaba kendi durumumu anlatsam, benim beynimi de programlamalarının bana bir çeşit zarar vermek olacağını düşünüp zaten onlar da benim tercihime bırakmazlar mı?
Peki hangisini yapmalıyım? Hırslarımla, açgözlülüğümle, insanlara zarar verebilecek arzularımla iyi bir insan olmaya çalışmaya devam mı etmeliyim yoksa iyi bir insan olarak programlanmayı kabul mu etmeliyim?
Mevcut hırslarım, açgözlülüğüm, bencilliğim de zaten başka türlü programlanmış olmam değil mi zaten. Genlerim, kültürüm ve kişisel tarihim beni böyle şekillendirmiş, şimdi de zihnim hızlı bir şekilde başka türlü programlansa ne olacak ki?
Hiç mutsuz insan görmediğini fark etti. Herkes sosyal, iletişime açık ve kibar ve neşeliler. Aydınlık bir dünya olmuş diye düşündü.
Hastaneye gidip durumu açıklığa kavuşturmak mı yoksa bu sevdiği dünyada eski haliyle devam etmek mi daha iyi olur bilemiyordu
BÖLÜM 4: YENİDEN HASTANEDE
Hastaneye vardığında kendisine heyetin geldiğini ve onu beklediğini ilettiler, nereye gitmiş olduğunu ne yapmış olduğunu sormadılar, belki de ortadan kaybolduğunu fark etmemişlerdi bile.
Bismillah diyerek heyetin olduğu odaya girdi.
Odada iki kadın bir erkek üçü kişi vardı ve üçü de 30’lu yaşlarındaydı. Sanki şimdiye dek hiç yaşlı görmemişti. Herkes gençti. Belki denk gelmemiştir zaten çok insan da görmedim dedi. Heyecanlandığında başka konuları düşünme alışkanlığını biliyordu, bunu sonra düşünürüm dedi ve dikkatini heyete çevirdi. Kendisini güler yüzle selamladılar ve kendilerini tanıttılar.
Sizi detaylı bir taramadan geçireceğiz ve sonra bunları değerlendirip sizinle paylaşacağız dediler.
Kan aldılar, havaalanlarındaki taramaya benzer bir taramadan geçirdiler ve dinlenmesini söylediler. 15 dakika geçmemişti ki geri döndüler.
Daha önce de konuşan hanımefendi gene konuşmaya başladı.
Şimdi size söyleyeceklerim sizi epeyce şaşırtabilir, inanmakta zorluk çekebilirsiniz ancak baştan belirteyim ki kaygılanacağınız, endişe edeceğiniz hiçbir şey yok. İlk olarak gayet sağlıklısınız, tüm sistemleriniz gayet iyi çalışıyor. Sadece beyin aktiviteniz epeyce düşük ama onun da nedeni networkle bağlantı kurmuyor oluşunuz.
-Ben networkle bağlantı kurmuyor değilim, kuramıyorum. Yani ben hiçbir zaman networkle bağlantı kurabildiğimi sanmıyorum. Ayrıca konuşulan dili de bilmiyorum. Sanırım ben sizlerden farklı bir türüm ya da aramızda büyük bir kopuş var. Şöyle ki beynim arızalandığı için değil, kendimi bildim bileli herhangi bir networkle bağlantı kurma, bana iletilen şeyleri alma, mesajları görme gibi bir yeteneğe sahip olmadım. Ayrıca ben komaya girmeden önce dünya böyle değildi. Nasıl komaya girdim ne oldu bilmiyorum ama ben şimdiki gibi bir dünyada yaşamıyordum. Ne sizin konuştuğunuz dili konuşuyorduk ne networkle aracısız iletişim kurabiliyorduk. Kullandığımız zaman ölçüsü bile farklıydı. İnsanlar, yönetim her şey çok farklıydı. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama gördüğüm bu dünya benim yaşadığım dünya değil. Paralel evren gibi bir şey midir, başka bir durum mu bilemiyorum ama işin içinden çıkamadım. Tamamen şoke olmuş vaziyetteyim. Ben sizin bildiğiniz çok şeyi bilmiyorum. Çünkü bana bir bilgi yüklenmiş değil, bu zamana kadar ne öğrendiysem kendim çalışarak, tekrarlayarak öğrendim. Beynimin böyle bir kapasitesi olduğunu da sanmıyorum. Yani ortada arızalanan ya da hastalanan bir beyin yok, farklı bir beyin var.
-Bunları biliyoruz, zaten. Biz de size bunun nasıl olduğunu, durumunuzu açıklayacağız.
-Durumun ne olduğu anlaşıldı yani.
-Evet, zaten biliyorduk. Ancak buradaki hastaneye durumunuzu tam olarak iletmemiştik. Çünkü durumunuzu paylaşmak isteyip istemeyeceğinizi bilmiyorduk. Size durumunuzu açıkladıktan sonra siz de dilerseniz başkalarına açıklayabilirsiniz veya söylemek istemeyebilirsiniz. Bizim buradaki ekibe bildirmeme nedenimiz sizin tercihinizi bilmememizdi.
-Hala bir şey anlamış değilim
-Tamam en başından beri anlatıyorum
-Lütfen buyurun meraktan çatlıyorum
– Sizi daha fazla merak ettirmeden söyleyeyim. Haklısınız siz hiçbir zaman networkle bağlantı kurmamışsınız. Çünkü siz iki asır önce dondurulmuşsunuz. Bir ay kadar önce saklandığınız birimin enerji seviyesi düşünce alarm vermeye başlamış. Daha önce kimsenin haberinin olmadığı bu ünite böyle tesadüfen bulunmuş. Bir zamanlar bazı kişiler gelecekte daha iyi bir yaşam olur ya da gençleşebilirler diye ya da ciddi bir hastalıkları varsa ileride tedavisi bulunur diye kendilerini dondurtuyorlardı. Siz de bir nedenle dondurulmuşsunuz ama bulunduğunuz depoda size veya gene aynı şekilde dondurulmuş olarak bulunan diğer 10 kişiye dair hiçbir belgeye ulaşılamadı.
Sonra bir tıbbi merkezde çözülmüş ve hayata döndürülmüşsünüz ama diğer kişiler ya dondurulurken ya bekleme süresinde çeşitli hasarlar aldıkları için onların çözülmesi başarıyla gerçekleştirilemedi maalesef. Sizin çözülmeniz sağlıklı bir şekilde gerçekleştirildikten sonra sağlığınızın stabil hale gelmesi için bir süre hastanede gözlem altında kaldınız. Biz o hastaneden geliyoruz. Size orada fizyoterapi ve çeşitli uyum terapileri yapıldı. Sonra da beyninizi networkle uyumlu hale getirilmesi ve gerekli programları yüklenmesi amacıyla ilgili merkeze nakledilmenize karar verildi. Ancak aracınız bu şehrin yakınlarında trafik kazası yaptı. Sizi getiren araç takla attı, araçtaki bir kişi ve siz yaralandınız ve bilinciniz kapalı bir şekilde bu hastaneye kaldırıldınız. Biz de bilinciniz yerine gelene kadar bekledik. Durumunuzla ilgili sizin rızanız olup olmadığını bilmediğimiz için de dondurulmuş olduğunuza dair bu hastaneye bilgi vermedik. Ama bilinciniz yerine gelince sizi kontrol etmek ve bundan sonrasını konuşmak üzere geldik.
Şu anda yaptığımızı yeni tetkiklere göre sağlığınıza tamamen kavuşmuşsunuz. Ve evet söylediğiniz gibi siz beynin networkle bağlantı kurabileceği teknolojinin geliştirilmesinden önceki bir zamandan kalmasınız.
-Bunun anlamı şu anda tüm ailem ve sevdiklerimin hayatta olmadıkları değil mi? Ailemden ya da torunlarımın çocuklarından herhangi biri var mı?
-Biliyorsunuz aile sistemi kalktığı için artık akrabalık kayıtları yok, sizin ailenizin devamı olan insanlar varsa da bilinmesi mümkün değil
-Yani tamamen yalnız ve kimsesizim
-Bu ailesi ve akrabaları olmamak ise, bu dünyada yaşayan herkes için geçerli
-Haklısınız ama benim ailemle özel bir bağım vardı. Muhtemelen şimdi insanlar arasında olmayan bir bağ.
-Evet haklısınız, şu anda kimseniz yok.
-Peki bana şimdi ne yapacaksınız?
-Sizin onayınız olmadan hiçbir şey yapmayız. Çözüldükten sonraki ve kazadan önceki bir aylık döneme dair hiç mi bir şey hatırlamıyorsunuz?
-Bazen fizyoterapi seanslarına dair bir saniyelik bir görüntü aklımdan geçiyordu ama ben bunları çok eski zamanlara dairdir diye yorumluyordum
-Zamanla bu döneme dair daha çok şey hatırlayacaksınızdır. Bunu sormamın nedeni kazadan evvel, yeni dünyaya uyum sağlamak istediğinizi, beyninizin networkle bağlantı kurabilmesi için gereken şeylerin yapılmasını ve program yüklenmesini istediğinizi beyan etmiştiniz ve yollandığınız tesiste networkle uyumlu hale getirilecektiniz. Yani size de diğer insanlardaki şeyler yüklenecek, beyniniz bir şekilde programlanmış olacaktı. Şimdi bu konudaki düşünceniz nedir?
-Emin değilim, eğer bunu istemezsem ne olur?
-Hayatınızı dışarıda sürdürebilmeniz için çeşitli düzenlemeler yapılır
-Ne gibi?
-Kimliğinizi ve kredinizi tanımlayacak bir kart verilir ek olarak networkle bağlantı kurabilecek, taşınabilir küçük bir cihaz verilir, zihninizden değil, oradan iletişim kurarsınız.
-Şu anda sadece mobil bir cihazla bağlantı kursam daha sonra istersem gene yükleme yapılabilir mi?
-Elbette dilediğiniz zaman bu yüklemeyi yaparız.
-O halde şimdilik ben böyle kalayım. Sonra gerçekten daha iyi olacağına inanırsam yaptırırım.
-Çıkınca barınma ve çalışma sorunuzu da olacak. Dolaysıyla sizi sosyal çalışmacı ile buluşturalım bu sorunları halletsin. Daha önce ne iş yapıyordunuz?
-Oyunculuk ve sunuculuk yapıyordum
-Oyunculuk belki olabilir ama networke bağlanmadan sunuculuk yapmanız çok zor olacaktır. Aslında beyninizin networkle bağlantı kurmasını sağlayacak işlem yapılırsa birçok mesleğe ait bilgileri anında beyninize indirebilirsiniz. Ama bu halinizle sadece sınırlı sayıda mesleği yapabilirsiniz
-Ne gibi?
-Fazla bilgi gerektirmeyen alanlarda hizmet sektöründe çalışabilirsiniz. Mesela lokantada otomatların yaptığı yemek servisini denetleyebilirsiniz bunları sosyal çalışmacı ile tartışır kararlaştırırsınız.
Biz size networkle bağlantı kurmanızı sağlayacak taşınabilir bir cihaz vereceğiz ama maalesef hafızası sadece 500 terabit olacak. Tabi onun aracılığıyla networke bağlandığınızda sınırsız bir erişim kapasiteniz olacak, sadece bu işlemleri beyninizle değil vereceğimiz aletle yapacaksınız
Sosyal Çalışmacıyla
-Durumunuz hakkında bilgilendirildim, çalışma olanakları için size yardımcı olacağım. Bana sevdiğiniz yapmaktan mutlu olacağınız şeyleri söyler misiniz?
-Yeteneklerimi, donanımımı değil de sevdiğim şeyi mi soruyorsunuz?
-Elbette, sevmediğiniz zaman bir şeye yeteneğiniz olsa da bir süre sonra veriminiz düşer, çalışmaktan mutlu olmazsınız ve hem sizin şahsi keyfiniz için hem de beraber çalışacağınız kişiler ve hizmet vereceğiniz kişiler için keyifsizlikler başlar. O yüzden ne yapmak sizi mutlu eder diye soruyorum.
-İnsanlarla etkileşimi seviyorum. Kolaysa yaşam koçluğu filan gibi bir şey yapabilirim
-Günümüzde öyle bir hizmete gereksinim duyulmuyor ki. Herkes ne yapmaktan daha çok keyif alacağını biliyor, hiçbir alanda sosyal baskı ve zorlama olmadığı için, kendi duygu ve düşüncelerine göre hareket edebiliyor dolayısıyla da kimsenin başkasının kılavuzluğuna ihtiyacı olmuyor
-Psikoterapi peki?
-Bir problemi çözmekten ziyade kendi iç dünyasını daha iyi tanımak isteyenler için psikoterapi halen talep edilen bir şey ama öyle davranışçı şeyler filan yok. Amaç kendini daha iyi tanımak. Çünkü insanlar eski zamanlara göre daha rahat ve özgür olsalar bile gene de bir arada yaşamanın tamamen doğal olmayı engelleyeceği açık. Yani her zaman bastırılan, çarpıtılan şeyler oluyor ve insan bazı konularda kendisini kandırabiliyor.
-Ama insanın kendinden saklaması gereken şiddet eğilimleri ortadan kalkmış gibi
-Evet eskiden insanlar saldırganlıklarını ve cinsel arzularını batırmaya çalıştıkları için ruhsal sorunlar yaşıyorlardı şimdi bastırılması gereken düzeyde saldırganlık ve cinsel arzular yok. Ama insanın kendini tanıma isteği sadece suçluluk ve utanç duyguları ile sınırlı olması gerekmez.
-Anladım sanıyorum. Peki, sosyal çalışmacıya neden ihtiyaç duyuluyor ki?
-Biz insanların toplumsal hayata vermek istedikleri katkılar için kanalların geliştirilmesi ve istihdam konularında çalışıyoruz. İnsanların iş seçimlerini, çalışmak istedikleri kurumları, şehirleri belirlemelerine yardım etmek, ikamet etmek istedikleri yerlere yerleşmelerini sağlamak gibi konularda çalışıyoruz
-İstediğim şehirde yaşayabilir miyim?
-Evet, sadece o şehirde sizin istediğiniz alanda iş olanağı olması ve aynı yeri isteyen kredisi sizden daha yüksek puanlı birilerinin olmaması gerekir. Sizden yüksek puanlı başka başvurular olsa da bir süre beklemeniz gerekir, çünkü insanlar farklı yerlerde yaşamak, çalışmak isteyebiliyorlar. Ortalama bir şehirde yaşama süresi 4 yıl. Size dönecek olursak ne iş yapmak ve hangi şehirde yaşamak istersiniz?
-Ilıman iklimli, pek soğuğu olmayan bir bölgede yaşamak isterim, Florida veya Rio Olabilir ya da Johannesburg olabilir.
-Rio’da turizm alanında iş olanakları var. Florida’da da turizm ve otelcilik işlerinde çalışabilirsiniz. Johannesburg’da organik tarım işletmelerinde çalışabilirsiniz. Tarım mı yoksa daha çok turizm mi ilginizi çeker?
-Aslında ikisi de ilgimi çeker ama sanırım tarım işletmesine gidersem bu dünyayı çok iyi anlamadan izole olurum, o yüzden turizm işinde başlayayım, sonra istersem tarıma geçebilirim değil mi?
-Evet evet, iş olanakları varsa ve sizin niteliklerinize göre iş varsa her zaman geçiş yapabilirsiniz. Aslında sektör değiştirmek teşvik edilen de bir şey. Çünkü yeni alanlarda insan daha özgün, orijinal ve yaratıcı fikirlerle gelebiliyor ayrıca yeni şeyler öğrenmek, çalışmak insan zihnini zinde tutuyor.
-Dilerseniz turizm işine burada başlayıp adapte olun, sonra sizi Rio’ya yollayalım. Şu anda Antalya, Marmaris ve Çeşme’de boş iş imkanları var.
-Antalya’nın neresinde?
-Konyaaltı’nda, Andrasan’da ve Kemer’de var. Marmaris’te Selimiye’de var. Çeşmede de Ilıca’da var.
-Andrasan’ı çok severim ama şimdilik merkezde olayım ki daha çok şeyi görebileyim, uyum sağlamam kolaylaşsın.
-Tamam o zaman. Biz gereken işlemleri yapıp size haber vereceğiz. Bu arada iletişim için şu aleti kullanacaksınız. Bu alet vasıtasıyla, networkle ve diğer insanlarla ve kurumlarla bağlantı kurabileceksiniz. Girişte kullanım kılavuzu var, bir sorunuz olursa networkten yardım alabilirsiniz
Her ne kadar meseleler aydınlığa çıkmış gibi olsa da hala her şey tam yerine oturmuş gibi gelmiyordu. Tamam kendisi eski bir zamandan kalmaydı ve arada 200 yıldan fazla zaman geçmişti. İyi de bu kadar zamanda insan bu kadar değişir miydi? Saldırganlıklarından, açgözlülüklerinden, hırslarından, bencilliklerinden tamamen kurtulmuş gibiydiler. Üstelik buna zorlayan yeni bir din veya ideoloji de yoktu. Kesinlikle bu insanlarla kendisi arasında söylenenden daha fazla fark vardı.
Ama şimdilik işler yoluna girmiş gibiydi, “du bakalım, yaşayıp göreceğiz” ded
BÖLÜM 5 YENİ DÜNYA İÇİNDE
Ertesi gün uçuş numarasını ve saatini bildiren bir mesaj aldı, check_in otomatik yapılmıştı zaten. Uçuştan bir saat evvel havaalanına gitti. Uçuşların kapı numarasını bildiren ekranlar falan yoktu. Bunu da herkes networkle bağlandığı için görüyor olsa gerek dedi. Kendisi aletine bakacaktı. Arama, güvenlik kontrolü gibi şeyler de yoktu. Büyük valizleri bagaj teslime verip geçiyordu insanlar, valizini yanına alabileceğini söylediler. Kontrol filan etmediler. Uçuş kapısına ulaştığında kimsenin olmadığını gördü, etrafta pek görevli de yoktu. O sırada biniş saatini hatırlatan mesaj geldi, kalkış saatinden sadece 15 dakika öncesiydi. Yani daha 40 dakikası vardı, çok erken gelmişti. Uçakta oturduğu koltuktan kendisine bir kahve aldı, cihazından biraz video izledi. Yarım saat olmadan inmişlerdi.
Uçaktan indiğinde gelen mesaj kendisini alacak insansız yolcu taşıtının numarası ve yerini bildiriyordu. Havaalanından gene herhangi bir kontrol olmadan çıktı ve belirtilen noktaya vardığında aracı onu bekliyordu. Kartını okutup bindi. Araç çalışacağı turistik tesisin kapısında iyi günler dileyerek ayrıldı.
Otelden içeri girdiğinde birleşmiş milletler genel kurulundaymış gibi hissetti, her milletten, her ırktan her çeşit insan kaynıyordu.
Resepsiyona gidip kendisini tanıttı, zaten bekleniyor olduğunu söylediler.
Neden burası bu kadar kozmopolit diye sordu tanıştığı görevliye.
Bu bölge çok fazla ilgi gören bir yer, dolayısıyla her yerden insanlar gelmek istiyor. İnsanlar her bilgiye rahatlıkla ulaşabildiği ya da istedikleri yerlerin canlı kamera kayıtlarını izleyebildikleri için reklam ve tanıtım olmaksızın bazı yerler çok seviliyor. Adrasan ve Olimpos’la beraber Kemer dünyada en çok deniz tatili yapılmak istenen ilk on yer arasında.
Bugün ister odanızda dinlenin, ister etrafı gezin dolaşın. Tamamen serbestsiniz. Size işe uyumla ilgili bilgiler yollanacak, onları izleyip kendinizi hazır hissettiğinizde işe başlarsınız. İster yarın başlarsınız, isterseniz birkaç gün sonra.
Odam nerede?
Otelde tatile gelen insanların kaldığı odalardan birinde kalacaksınız. Elbette otel çalışanlarına öncelik veriyoruz ve onlar daha geniş, daha iyi manzaralı odalarda kalıyorlar. Size de deniz manzaralı süit bir oda düşünmüştük. Ama ormana bakan oda isterim derseniz onu da ayarlarız.
Denize bakan odayı tercih ederim. Ben odama geçeyim o zaman dedi ve anahtar verecekler diye bekledi
Oda numaranız 61555 odanıza geçebilirsiniz dedi görevli ama anahtar uzatmadı
Anahtar vermeyecek misiniz?
Kartınıza yüklendi kartınız aynı zamanda anahtarınız ama zaten kimse kapıyı kilitlemez ki. Çünkü kimse haberiniz ve izniniz olmadan odanıza girmez zaten. Görevliler de gelmeden mutlaka sorup izin alırlar.
Odamı nasıl bulacağım?
Pardon networkle bağlantı kurmanızda bir sorun olduğu söylenmişti bunu unuttum, normalde networkten oda navigasyonunu çalıştırıp bulurdunuz ama ben söyleyeyim. 2. Katta 55 nolu oda asansörden inince sağa dönün görürsünüz.
Odasına çıkıp valizini bıraktı, bir duş aldı ve uzanıp bir kahve içip manzarayı seyretti. Çok güzeldi. Eski binaların çoğu yoktu yemyeşil bir yere dönüşmüş ve önünde de masmavi bir deniz uzanıyordu.
Mobil cihazından okuması gereken şeylere baktı, eğitim videosu izledi. Sonra merak ettiği şeyleri öğrenmeye başladı
Beyinlerin networkle nasıl senkronize edildiğini sormadığını anımsadı. Alet mi takılıyordu ya da bir çeşit chip, ama belki de yüksek teknolojileri sayesinde beyinleri dışarıdan programlayabilen bir sistem kurulmuştu.
Anladığı kadarıyla insanlar ben robot kurallarına benzeyen bir çeşit “ben insan kuralları”na tartışmasız uyuyorlardı.
Şimdiye dek öğrendiklerinden şu kurallara istisnasız uyduklarını düşündü
-Hiçbir zaman bir insana zarar verme ve zarar görmemesi için çaba harca
-Hiçbir zaman insanlara yalan söyleme veya aldatmaya çalışma
-Kişisel eşyalar dışında herhangi bir şey sahiplenme
-Kimseye herhangi bir talebin için ısrar etme veya ikna etmeye çalışma. Teklif edebilirsin ancak ısrar etme
-İnsanlara eşit davran. Kimseye ayırımcılık ya da ayrıcalık yapma
-Doğaya, çevreye ve diğer canlılara zarar verme, onların iyiliği için çaba göster.
Bu basit kurallar aslında birçok dinin de insanlara söylediklerine benziyordu ama o kurallara inanalar da dahil kimse tam olarak uymuyordu. Kuralların çoğuna genellikle uyan bazı kimseler olsa da istisnasız bu kurallara uyan kimse yoktu ve halkın çoğunluğu zaten kuralların çoğuna uymuyordu. Nasıl olmuştu da herkes her kurala istisnasız uyar olmuştu.
Bunun bir eğitim ya da koşullanma meselesi olması imkansız gibi görünüyordu. İnsanda ya biyolojik olarak bir şeyler değişmiş olmalıydı ya da insan beyni bilgisayar gibi programlanabilir hale gelmişti.
Kendi beyninin farklı olduğunu biliyorlardı ama bunu diğerleri gibi yapmak konusunda bir telkinleri ve ısrarları olmadı. Belki de o kadar büyük fark yoktur dedi. Yaşayalım görelim dedi.
Dondurulmuş bir insanın bulunup, sağlıklı bir şekilde hayata döndürüldüğü haber yapılıp networkte söylense de kendisine dair görüntü ya da kimliğini belli edecek herhangi bir bilginin paylaşılmaması da dikkatini çekti. Eskiden olsa çarşaf çarşaf fotoğrafları, videoları yayınlanır, yolda yürüyemez olurdu. Kişisel mahremiyete gösterilen bu özeni de çok takdir etti. Bu dünyada öğrendiği, fark ettiği her şeyi çok seviyordu, her şey tam benlik diye düşünüyordu. Biraz haberlere baktı. Hiç magazin haberi yoktu. Şu ünlü şununla beraber ya da şundan ayrıldı veya şurada tatile gitti gibi bir habere hiç rastlamadığını fark etti. İnsanlar başkalarının özel hayatını veya günlük yaşamını merak etmiyordu demek ki ya da bireysel mahremiyete duyulan saygı dolaysısıyla merak etseler de bunları haberleştirmiyorlardı.
Çevre duyarlılığına ilişkin haberler eskisiyle kıyaslanmayacak kadar çoktu. Soyu tükenmekten kurtarılan türlere ilişkin haberler büyük ilgi görüyordu. İşleyiş tersine dönmüş daha önce soyu tükenme tehlikesi altındaki binlerce tür doğal yaşama döndürüldüğü gibi yok olmuş birçok tür de yeni teknolojiler sayesinde hayata döndürülüyor ve doğal ortamlarında yaşamaları sağlanıyordu.
Keza ormansızlaştırma da tersine dönmüş, dünyadaki ormanlık alan iki katı kadar artmıştı.
Sonra aklına geldi dünya nüfusunun kaça çıkmış olabileceği. Baktı 3 milyardan biraz fazlaydı. Yani 1960 yılına geri dönülmüştü. Oysa eskisi gibi artsa bu sırada 10 milyarı geçmiş olması gerekirdi. Demek ki yaklaşık çift başına bir çocuk hesabıyla yeni nesil üretiliyor dedi.
Merak edip dünya nüfusunun planlanmasına ilişkin neler bulabileceğine baktı.
Evet haklı çıkmıştı mevcut kuşağın nüfusunun % 40’ı kadar yeni nesil üretiliyormuş. 200 sene sonra 6oo milyon seviyesine indirilmesi ve o seviyede sabitlenmesi planlanıyormuş.
Doğa ancak bu sayede yeniden canlanmış ve küresel ısınma, hava ve su kirliliği, temiz su ihtiyacı gibi sorunlar kolaylıkla çözülebilmiş. Bir süre havadaki karbondioksiti yakalayıp CO2 tüplerinde aktaran bir teknoloji kullanılmış ama şu anda ihtiyaç kalmamış çünkü karbon bazlı enerji üretimi sıfıra inmiş.
Berrak ve mavi gökyüzü ne kadar farklıymış diye düşündü. Keşke eşim ve çocuklarım da görebilseydi diye hayıflandı.
İşe uyum için gönderilen metinleri okumuş ve videoları izlemiş olarak ertesi gün işe başlamak üzere aşağı indi. Kendisine kat hizmetlerindeki ekibe katılacağı söylendi. Koca otelde ekip dedikleri toplam 3 kişiydi zaten İşleri ekip olarak odaları tazelemekti, yani çarşaflar, havlular değiştirilecek, etraf temizlenecek ve tüketilmiş şeyler yenilenecekti. Bir kişi tek başına kendisi ise ekipten biri ile çalışacaktı bir süre. Daha sonra ekipteki biri başka bir yere gidecek ve kendisi de tek çalışacakmış. Kolayca öğrenirim diye düşündü.
Beraber çalıştığı ekip arkadaşına yardım ederek başladı ama günün sonuna doğru her şeyi kendi başına yapabilecek duruma gelmişti. Ekip arkadaşı networkten otelin kayıt sistemine girip hangi odaya ne lazım otomatik olarak biliyordu, bu odaya iki havlu götüreceğiz, bu odanın çarşafı değişecek, oda parfümü koyacağız filan diyebiliyordu ve ona göre hareket ediyordu kendisinin ise bunlar için sık sık tablete bakması gerekiyordu.
Gayet iyi bir kültür ve iyi insanlar ben de networke bağlansam rahat ederim dedi ama bir süre daha böyle idare etmeye vermeye karar verdi. Çalışma süreleri çok kısaydı. Sabah 2 saat ve öğleden sonra 1 saat çalışıyorlardı.
Sonrası serbestti. Dilerse gidip plajda yüzebiliyor, otelin imkanlarından yararlanabiliyor ya da otelin dışında ilgi ve hobileriyle meşgul olabiliyorlar ya da sosyalleşiyorlardı. Kendisi de çok geçmeden iş dışındaki hayatını iyi değerlendirebilecek şeyler bulmanın ve bu arada sosyalleşmenin yararlı olacağını düşündü.
Tableti biraz dikkat çekiyor soranlara da geçici bir arızası olduğunu söylüyordu.
İlk gün işleri bittikten sonra bir önceki hayatında gelip sevdiği yerlere bir göz atmak istedi. Şoförsüz tek kişilik araçların kredisi çok düşüktü, bir tane onlardan kiraladı ve Kemer, Çıralı ve Adrasan’a bakmaya gitti.
Gelen araç eski küçük elektrikli araçlara benziyordu. Sadece bir koltuğu ve bagajı vardı. Arabaya kartını gösterip bindi. Tamamen otomatik olan aracın sesli ve dokunmatik kumandası vardı.
Nereye gideceklerini sordu, sırasıyla kemer, çıralı ve adrasana gideceğini söyledi. Hangi modda gidelim dedi araç. Aracın şu modları varmış: kara aracı, alçak irtifadan seyirlik yavaş hava aracı, ya da daha yüksekten hızlı mod. Saatte 3000 km ye kadar çıkabiliyordu aracın hızı ama o zaman daha yüksekten uçuyordu.
Saatte 200 km hızındaki seyirlik hava aracı modunu seçti ve yola koyuldular. Biraz büyük bir dron ya da küçük bir helikopter gibiydi araç ve elektrikle çalışıyordu. Bu arada tüm makinelerin elektrikle çalıştığını öğrenmişti. Düşündü ki bu araçla şehirlerarası yolculuk da yapabilirdi. İstese şimdi hızlı moda geçer ve yarım saat olmadan İstanbul’da herhangi bir adreste olabilirdi ya da Kars’a yahut Roma’ya gidebilirdi. İnsanlar sabah kahvaltısı için acaba günü birlik seyahatler yapıyor mu diye merak etti.
Ilık füzyon çoktan başarılmıştı. Ayrıca hidrojen hücreleri sistemi vardı ek olarak çok verimli güneş panelleri üretilmiş, elektrik depolama teknolojisi çok gelişmişti. 1 kg ağırlığındaki bir batarya bir arabanın bir aylık enerjisini karşılayabiliyordu. Ayrıca araçlarda da güneş panelleri vardı ve bir yandan da bataryayı şarj ediyordu.
Bir yandan tabletinden dünya hakkında bilgiler edinmeye çalışıyor bir yandan da geziyordu.
Mobil cihazına “Dünyayı kim yönetiyor? Yerel ve küresel bir parlamentolar var mı? diye sordu.
Bildiğiniz anlamda devlet başkanı, başbakan, hükümet yok. Parlamento da yok. Çünkü temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye geçildi. Kararlar ve kanunlar o konunun etkileyeceği herkesin katılabileceği oylamalarla belirleniyor. Küresel ölçekteki konulara dileyen herkes oy veriyor ama yerel bir konuda o bölgedeki insanların katıldığı oylamalarla karar veriliyor. Network üzerinden oylamaya katılmak çok kolay olduğu için her konuda oylama yapılabiliyor. Bu oylamaların en etkili yanı, isteyen herkesin oy vereceği konuyla ilgili gerçek ve bilimsel bilgilere anında ulaşabilmesi. Her şey bilimsel bilgiler çerçevesinde ele alınabildiği için de aslında çok fazla fikir ayrılığı olmuyor.
Eskiden mesela bir salgın olduğunda aşının bir yan etkisine maruz kalma endişesi ile aşı yaptırmayanlar oluyormuş ya da nasılsa başkaları yaptırınca kendisi de korunmuş olacağını düşünüp yan etki riski almaktan kaçınanlar oluyormuş. Günümüzde kimse böyle düşünmez. Aşı bizi hastalıktan koruyacaksa ve yan etkisi tolere edilebilir düzeydeyse ben yaptırmayayım, nasılsa başkaları yaptırınca salgın ortadan kalkar diye düşünen tek bir kişi çıkmıyor.
Her durumda eldeki veriler ne diyorsa, neyin daha yararlı olacağını söylüyorsa herkes aynı şekilde ona uyuyor. Oylamalar daha çok kişisel tercihlerin olabileceği alanlarda oluyor. Diyelim bir mahalledeki yol kenarlarına dikilecek ağaçların seçimi gibi. Ya da küresel gelirin ne kadarının tüketime ne kadarının ar-ge hizmetlerine harcanması istendiği gibi.
Ancak, bütçeye dair konularda da modellemeler yapılıyor ve aralıklar oluyor yoksa tamamen keyfi belirlenmiyor.
Her şey bu kadar iyiyse belki kilo alma sorununa da bir çare bulmuşlardır onu da sorayım dedi.
Gördüğüm kadarıyla fazla kilolu hatta obez kimse yok gibi. Bunun bir nedeni mi var yoksa herkes dikkat mi ediyor diye sordu.
Öncelikle genellikle insanlar çok iştahlı değil. Yemek yemekten zevk alıyorlar ama çocukluktan itibaren hayattan alınan keyfin o kadar çok boyutu var ki yemekten alınan doyumun payı küçük. Gene de kilo ile ilgili sorun yaşayanlar için kalori sayacı var küçük çıkarılabilir bir şey yutuyorsunuz midenize yerleşiyor. Harcadığınız kaloriden daha fazla kalori almak istemiyorsanız emilim bariyeri devreye giriyor ve yeseniz de kalori almamış oluyorsunuz hatta çiğneme mide, barsak hareketleri için harcanan enerji dolayısıyla en çok sevdiğiniz şeyleri yeseniz de kilo almıyorsunuz. Ama buna karşın insanlarda aşırı yeme eğilimi görülmüyor. Yemekler çok lezzetli olmasına karşın insanlar miktardan çok niteliğe ilgi gösteriyor. Mutfak zenginliği çok arttı. Yemek artık hem bilimsel bir araştırma konusu hem de hayattan alınan keyfin geliştirme alanlarından biri. Bir yandan yemeklerin daha sağlıklı olması için araştırmalar yapılırken bir yandan da daha lezzetli olması için çalışmalar yapılıyor. Bir de yemekleri otomatlar yaptığı için dünyanın neresine giderseniz gidin aynı yemeği söylediğinizde aynı şeyi yiyorsunuz.
Gıda üretimi nasıl yapılıyor?
Tarım tamamen planlı bir şekilde yapılıyor. İnsanların yıllık ihtiyaçları ve ulaşım durumuna göre ihtiyacın biraz üstünde üretim yapılıyor, dolayısıyla ne üretim fazlalıkları ne de herhangi bir ürünün kıtlığı söz konusu oluyor.
Gıdalar hastalıklara karşı güçlendirilmiş olduğundan herhangi bir insektisit ya da ilaç kullanılmıyor son derece sağlıklı ve lezzetli ürünler yetiştiriliyor. Her şey bilimsel çalışmalara göre yapıldığı için de verimlilik de çok fazla oluyor. Eskiden tarım için kullanılan arazilerin ancak üçte biri kullanılıyor yüz sene içerisinde dörtten birinden azına inmiş olacak. Ayrıca kuraklık sorunu diye bir sorun kalmadı, çünkü tarım alanlarında hem havadaki nemi sulama olarak kullanan hem de ihtiyaç olduğunda yağmura çeviren teknolojiler var. Dilendiği zaman gerekli mevsimlerde özellikle geceleri yağmur yağdırılıyor.
Tarım için doğadan çalınmış arazilerin önemli bir kısmı doğaya geri verildi. Orman alanları şimdiden iki katına çıktı ve dünyanın birçok yerinde insandan arındırılmış bölgeler kuruldu. Buralara ancak sınırlı sayıda insan ziyaretçi olarak gidebiliyor onun dışında tamamen doğal yaşamın hüküm sürdüğü bölgeler.
Yeniden kazanılan türler arasında üç de insan türü var. Malta adası Neandartallar için boşaltıldı. Burada 10 bin kadar Neandartal yaşıyor. Yakutistan’da Denisova’ların yaşadığı bir rezerv alan var, Endonezya’da da bir adada yaşayan Hobbitler var. Neandertallarin yok olma nedeni metobolizmalarının hızlı olması ve çok fazla besin tüketmeleri gereği olduğu anlaşıldığı için yeniden üretilirlerken, DNA larında küçük bir değişiklik yapılarak metabolizma hızları % 15 azaltıldı. Medeniyet götürülüp götürülmemesi konusu şu anda önemli tartışmalardan biri. Şu anda doğal ortamda ilkel aletler yaparak yaşıyorlar.
Bu arada networkte tüm bilgi ve haberlerin son derece yalın bir şekilde ve yorumsuz veriliyor olması dikkatini çekti, hiçbir haber ya da bilgi okuyucu yönlendirici bir şekilde verilmiyordu.
Her şey nesnel ve yansız bir dille aktarılıyordu. Sevindirici gelişme: Bu sene ürün rekoltesi % 20 arttı ya da endişelendiren durum: yabani domuz nüfusunda % 30 artış gibi verilmiyor haberler. Şöyle yazılıyor. Bu sene ürün rekoltesi % 20 arttı. Geçen sene domuz popülasyonu % 30 arttı. Bu haber karşısında ne düşüneceği, endişelenecek mi sevinecek mi okuyucuya bırakılıyordu.
BÖLÜM 6: YENİ DÜNYA DÜZENİ NASIL KURULMUŞ
Bu sırada araç Kemer’e gelmiş ve uygun bir yere inmişti. Burayı gezmesi uzun sürebileceğinden araca kendisini beklememesini söyledi. Araçtan inip etrafı gezmeye başladı. Bina sayısı ciddi olarak azalmıştı ve hepsi 2 veya 3 katlıydı, etraflarındaki okaliptüs ağaçları arasında zar zor seçiliyorlardı ve hepsi geniş bahçelerin içindeydi. Dikkat etti hiçbir tesisi denize sıfır pozisyonda değildi, denize en yakın binalarla deniz arasında en az 100 m mesafe vardı. Sahilde gene şezlonglar, büfeler voleybol sahaları vardı ama hiçbiri bir otele ait değildi. Kamusal alanlardan biriydi sahiller, isteyen dilediği gibi kullanabilir, özgürce sahilden yararlanabilirdi.
Bir tesisi gezeyim dedi taksilerin kredisi çok düşük olduğundan eğer konaklama da ucuzsa burada kalır, sabah erkenden işe giderim nasılsa diye düşündü. Kendi zamanındaki mimariye en çok benzeyen, balkonlu, çıkmaları olan ege mimarisini andıran bir tesise girdi.
Resepsiyonda kimse yoktu onun yerine bir otomat vardı. Oradan boş oda olup olmadığını kontrol etti, kendisine boş odaların içini ve manzarasını gösterdi, odaların fiyatını bildirdi. Bir hayli ucuzdu, bir günlük çalışmasının yarısı kadardı. Kalmaya karar verdi. Mayo, terlik ve havlu alabileceği bir yer sordu, otelde vardı. Odasına çıkıp kahve makinesinden bir kahve yapıp içti, merak ettiği şeyi araştırdı. Yani bu düzenin nasıl kurulmuş olduğu.
Şunları öğrendi.
2023 yılında yapay zeka kullanılmaya başladıktan birkaç sene sonra da nükleer füzyon enerjisinin kullanımı başladı. Bu iki gelişme yani sınırsız ucuz enerji ve her türlü üretimi otomatize etme olanağı, büyük bir üretim patlamasına neden olabilirdi. Ancak bazı aydınlar sermaye sahiplerinin fiyatların düşmesine engel olmak için üretimi kısıtlayacaklarını ve toplumu görülmemiş büyük bir refahtan mahrum bırakabileceklerini öngördüler. Düşündüler ki sermaye sahipleri otomasyonu ve ucuz enerjiyi kısmi olarak kullanacaklar ve ortaya çıkacak işsizlik büyük yığınların açlığa mahkum edilmesine yol açacak. Herkesin bolluk içinde yaşayabileceği bu üretim imkanından mülk sahibi sınıfların işine gelmediği için vazgeçmek kabul edilebilir gelmemişti.
Daha önceden birçok harekette olduğu gibi siyasi hareketin kıvılcımları üniversitelerde atıldı.
Sanayi devriminin başında makineler kendilerini işsiz bırakacak diye makineleri kıran işçi hareketinin tersine bir tutum benimsedikleri için de kendilerine Anti-Ludist dediler.
Ludizm, ismini işçi önderi Ned Ludd’dan alan ve 19. Yy başında sanayi devriminin getirdiği makineleşmenin kendilerini işsiz bırakacağını düşünen işçilerin makineleri kırarak bunu engellemeye çalışmaları biçimindeki hareketti.
Bu hareket ise tam tersine teknolojik gelişmeyi sınırlandırmaya çalışan sermaye sınıfına karşı teknolojik gelişmelerin önünü açmayı hedefliyordu.
Talepleri o kadar açık ve anlaşılırdı ki çok kısa sürede milyonlarca kişi harekete katıldı. Aydınları, öğrenciler, işçiler, beyaz yakalılar ve mavi yakalılar takip etti. Büyük sermayedarlar dışında neredeyse herkes ya hareketin üyesi ya da destekleyicisi olmuştu.
Başka türlü olsa büyük kanlı çatışmalara yol açabilecek bu gelişmeler tam da bu sırada insan türünde ortaya çıkan değişimle örtüştü. Bir şey olmuş, insanlar bencilliklerini bırakmış, özgeci olmuşlardı. Büyük sermaye sahipleri de üretimin kısıtlanmaması gerektiğine ve tüm üretim araçlarının ortak mülkiyete geçmesine razı oldular. Tüm üretim araçları ve fabrikalar kamulaştırıldı. Üretim verimliliği çok arttığından herkesin refah içinde yaşamasına olanak doğdu.
Daha sonra ise bilimsel ve teknolojik gelişmeler hızlanmış ve bir süre sonra insan beyninin networkle bağlantılı olabilmesini sağlayan teknoloji geliştirilmişti.
Son 100 yıldır artık insan beyni networkle bağlantılı çalıştığından tüm insanlar ve bilgiler birbiriyle bağlantılı hale gelmişti.
Artık ana hatlarıyla nasıl bir dünyada olduğunu anlamıştı. Anlamadığı en önemli noktalar ise birincisi kendisi ile bu insanlar arasındaki farkın neden kaynaklandığı, insanların nasıl olup da böylesine nazik, kibar ve özgeci olduklarıydı. Ayrıca kendisinin niye ve kimin kararıyla dondurulmuş olduğu sorusu da aklını meşgul ediyordu.
BÖLÜM 7 HAVADA AŞK KOKUSU
Akşam yemeğine daha epeyce zaman vardı, mayosunu giyip, terlikleri ve havlusuyla sahile doğru yürüdü, biraz yüzer, akşam yemeğine kadar sahilde oyalanırım diye düşündü.
Sahile gidip bir şezlonga uzandı, “aa kimse kitap okumuyor” dedi ama sonra hatırladı ki beyinleri networkle bağlantı kurup ister kitap okur ister video izler ister film izler. Ellerine bir şey almalarına gerek yok.
Kendisi ise maalesef tablete bakmak zorundaydı.
Öğrenmek istediği sınırsız şey olduğundan tabletinden bir şeyler öğreniyordu ki biri “Sima” dedi. Bunun yeni dilde merhaba demek olduğunu biliyordu artık.
Döndü baktı çok çok güzel bir kadındı ve eşini andırıyordu. İçinden “eşimden güzel” dedi utanarak. Böyle düşündüğü için eşine ihanet ediyormuş gibi geldi. 200 seneden beri görmediği ve çoktan kaybettiği biri olduğunu kendisine hatırlatmak istedi ama ne fark ederdi ki, hala onu seviyordu.
Merhaba diyerek selamını aldı. Kadın neden tablet kullandığını merak ettiğini sordu. O da herkese söylediği gibi bir arızasının olduğunu tamir edilene kadar bununla idare ettiğini söyledi.
Filmleri videoları üç boyutlu seyretmek yerine tabletten seyretmenin nasıl olduğunu sordu,
Sanki filmleri üç boyutlu ve sahnenin içindeymiş gibi seyretmişliği olmuşçasına, onun yerini tutmuyor tabii dedi.
Kadın yalnız olup olmadığını sordu ve izin alıp yanına uzandı. Sohbet etmeye başladılar.
Sonra dedi ki kadın, lafı uzatmayacağım, iki haftalığına tatile geldim buraya, şimdiye dek 2 kişiyle birlikte oldum ama çok istediğim gibi gitmedi ve sen ilginç geldin. Birlikte olmaya ne dersin. Geceyi beraber geçirelim mi?
Dona kaldı, ne diyeceğini bilemedi. Bir yandan kadını çok güzel ve çekici buluyordu ama bir yandan da geçmişiyle ve eşiyle ilgili duygu ve düşünceler zihnini meşgul ediyordu.
Kadın, istemiyorsan sorun değil dedi, iyi vakit geçirebiliriz diye düşünmüştüm sadece.
Adam, “Seninle vakit geçirmeyi ben de isterim, sohbet eder, beraber yemek yer, beraber yüzeriz bence de hoş olur ama ötesine ne kadar hazırım bilemiyorum. Sence de sakıncası yoksa şimdilik arkadaşlık edelim.” dedi ama içinden kendisini samimi bulmadı. Sanki kadınla yakınlaşmak istiyordu ama güya eşine ihanet etmemek için istemiyormuş gibi yapıyordu. Basitçe hayır diyebilirdi ama diyemiyordu. Hemen evet demeyerek, sanki eşine daha az ihanet etmiş olacaktı velhasıl sadece kendisine karşı zevahiri kurtarmaya hizmet ediyordu.
-Olur seninle arkadaşlık ederiz arada birileri ilgimi çekerse de onlarla beraber olurum.
Bu hiç hoşuna gitmedi, yutkundu ve önce bir şey demedi, “sen bilirsin tabii” dedi sonunda
K: Ben bir insanı tanımaya başlarken ilk önce sevdiği roman ve öykü kahramanlarını bilmek isterim, beğendiği yazarları öğrenmek isterim. Sen bir insanda neleri merak edersin
Ben de dedi adam, ben de senin gibi hayal dünyasını kurgusal olarak neleri seviyor onları merak ederim
K: Benim bu ara en çok sevdiğim yazar Zuoyata. Çok değişik bir üslubu var ve ilgi çekici karakterler yaratmayı beceriyor. Sen nasıl buluyorsun?
A: Ben hiç okumadım ama ilk fırsatta okuyacağım. Önerdiğin bir kitabı var mı?
K: Oyun kısa ve güzel bir eser, ondan başlayabilirsin. Peki Terauspol okudun mu hiç?
A: Hayır onu da hiç okumadım, onun da önereceğin kitabı var mı?
K: Uçmak diye çok etkileyici bir kitabı var. Peki senin beğendiğin yazarlar kimler
A: Ben klasikleri severim işte Tolstoy, Dostoyevski, Hugo filan.
K: Oradaki tiplere nasıl tahammül ediyorsun, hırslı, açgözlü, yalancı, düzenbaz, sahtekar insanlar. Günümüzdeki herkese eski romanlar ve öyküler aptalca geliyor ve kimse okumuyor.
Bu böyle olmayacaktı. Bu dünyaya ilişkin henüz çok az şey biliyordu ve tam bir kara cahil gibiydi. Biriyle edebiyattan sohbet bile edemiyordu. Okuyacak çok şey var anlaşılan diye düşündü.
A: Bana en sevdiğin 10 yazarı ve kitap isimlerini söyleyebilir misin? Ben de okuyayım dedi.
Tahmin ettiği gibi hiçbir yazarı ve kitabı bilmiyordu.
A: Edebiyata olan ilginin nedeni ne? Ne iş yapıyorsun?
K: Aslında yazılım geliştiricisiyim. Özellikle öykü ve roman yazabilen programları geliştiriyorum. Ama başka bir şey soracağım. Sen O adam mısın yoksa?
-Hangi adam. Hani şu dondurulmuş halde bulunup çözülen adam
-Evet benim, nasıl anladın?
-İki şeyden birincisi farkındaysan herkesten yaşlı görünüyorsun. İkincisi de pek bir şey bilmiyorsun. Senin dışında herhangi birinin bu konuştuğumuz konularda bu kadar habersiz olması imkansız.
-Hakikaten ben de onu soracaktım neden herkes benden daha genç
-Dondurulmadan evvel kaç yaşındaydın?
-Tam dondurulduğum yılı hatırlamıyorum ama sanırım 43-45 arası
-Sen kaç yaşındasın peki
-76 yaşındayım
-Nasıl yani benden daha mı yaşlısın Ama 30 lu yaşlarında gösteriyorsun
-Herkes öyle değil mi?
-Doğru ya.
Düşündü, pek görmediği çocuklar hariç herkes 20-35 arasında bir yaştaymış gibi görünüyordu
-Nasıl oluyor ki?
-Yaşlanma uzun bir zamandan beri durdurulabilir oldu ve hatta kısmen de geri alınır oldu. İnsanlar 140 yaşına kadar pek yaşlanmıyor, herkes 30 lu yaşlardaymış gibi kalıyor.
-Bu durumda insanlar kolaylıkla benim dondurulmuş kişi olduğumu anlayacaklardır
-İstersen seni de gençleştirebilirler
-Pahalı mı, yani çok kredi gerekiyor mu?
-Sağlık hizmetleri bedava
-Düşüneyim bunu o zaman, yani bulunduğum her ortamda farklı biri olarak algılanmak istemem.
-Belki de genç görünmek istiyorsun ama bunun ne kadar şık bir istek olduğundan emin olmadığın için mahremiyetten yaptığını söylüyorsundur
-Olabilir. İstersen bunu sonra konuşuruz gene ama söylediğin bir şeyi anlamadım, aklıma takıldı. Yapay zekanın öykü ve roman yazdığını mı söyledin?
-Elbette, bahsettiğim yazarlar da aslında gerçek kişiler değil. Yani gerçek kişiler de öykü roman yazıyor ya da beste yapıyor, yazılım programları da yapıyor. Mesela bahsettiği yazarların ikisi de eski iki yazarı simüle eden sanal yazarlar. Biri zamanında uluslararası şöhret olmamış bir Türk yazarı diğeri ise oldukça meşhur eski bir Amerikalı yazarı simüle ederek yazıyorlar. Ancak romanlarını şimdiki insanı ve kültürü baz alarak yazıyorlar tabi ki
-Merak ettim, herkes iyi, düzgün, şiddet yok, kıskançlık yok, hırs yok, rekabet yok ne yazıyorlar. Bir romanda bunlar yoksa ne ilgi çekiyor ki
-Okuyunca anlarsın, İstersen öykü ismi de vereyim, onları da oku.
-Çok makbule geçer
Muhabbet uzadıkça kadına daha çok ilgi daha çok yakınlık hissetti.
Ve yalnız yatmak istemediğini düşündü, bu sefer kendisi söyledi, “hala istiyorsan geceyi beraber geçirebiliriz” diye
Kadın da “olur yapabileceğim daha iyi bir şey yok” dedi.
Sohbet, içki, müzik ve sonra beraber oldular.
Adamın sabah erken kalkıp işe dönmesi gerekiyordu ama ayrılıp gitmek istemiyordu, kadına işe dönmesi gerektiğini ama gitmek istemediğini, onunla kalmak istediğini söyledi
K: Bu söylediğin ne uygun bir şey ne sorumlulukla bağdaşır ne de şık. Sen gitmeyeceksin de işini kim yapacak?
A: Birinden rica etsem
K: Ne gereği var, işine git
A: Peki iş çıkışı gelebilir miyim, seni tekrar görmek istiyorum
K: Olabilir tabii
Beraber kahve içtikten sonra adam çıktı, bir taksiye atlayıp hızlıca işe döndü ve sabırsızlıkla iş saatinin tamamlanmasını bekledi ve iş çıkışı taksiye atlayıp doğru dün kaldığı tesise gitti
Tablet üzerinden başkalarıyla iletişim kurmayı öğrendiğinden gün içinde bir iki kez mesaj atmıştı ve geleceğini haber vermişti ama kadın büyük bir heves ve ilgi göstermemişti
Tesise vardığında kadını bir adamla oturmuş sohbet ederken buldu, çok bozuldu, tüm keyfi kaçtı. Selam verip vermemekte ve yanlarına gidip gitmemekte tereddüt etti. İyisi mi görüneyim, çağırırsa giderim, çağırmazsa da oturur başka bir şey yaparım dedi
Masalarının yanından kadına görünecek şekilde ağırca yürüyerek geçti. Biraz sonra kadından mesaj aldı, iki saat sonra odada buluşalım mı diye?
Olur diye cevap verdi
Sahile gidip bir şeyler okudu, her zamanki gibi. Bugun gelirken Zuoyata’nın bir kitabını almıştı. Kitap bir çok bakımdan eski kitaplardan çok farklıydı. Uzun betimlemeler, süslü ve ağdalı cümleler yoktu. Varoluşsal meseleler etrafında bir insanın hayatını şekillendirmesini ve başka insanlarla ve doğa ile etkileşiminin kişiliğini nasıl şekillendiridiğini ve aynı zamanda başka insanlar üzerinde nasıl etkide buunduğuna dair diyalektik bir yaklaşım barındırıyordu. Kitabın ilişkilere ve insan psikolojisien dair derinliği kendisini hayli şaşırtmıştı. Klasik eserlerdeki gibi tipler hiç yoktu, iyiler, kötüler, kahramanlar, kurbanlar yoktu. İnsan ve toplum psikolojisinin çok ayrıntılı çözümlemelerinin bir insanın kişisel tarihindeki tezahürünü ele alıyordu.
Sonra odaya çıktı, gene kitaba dalmıştı ki kapı açıldı ve kadın geldi. “Özledim seni” dedi.
Adam biraz küskün “o kadar da özlememişsin ki 2 saat beklettin beni” dedi.
-Hayır özlemiştim ama konuştuğum kişi senden evvel beraber olduğum adamlardan biriydi, yaşadığımız deneyimi değerlendirmek istedi, benim de istediğim bir şeydi, konuşamamıştık, onu konuşuyorduk. Bu arada sen rahatsız mı oldun. Sanki öyle davranıyorsun.
-Evet rahatsız oldum çünkü seninle vakit geçirmek için sözleşmiştik ama geldiğimde sen başka biriyle beraberdin.
-Sana söyledim gerekçesini, deneyimlerimi ve hissettiklerimi karşımdaki ile beraber değerlendirmek hoşuma giden ve mümkünse ve tabii önemliyse hep yapmayı tercih ettiğim bir şey
-Yani bu ilişki senin için önemli öyle mi?
-Elbette önemli, bir insanla berberlik yaşadıysam bu önemsiz bir şey değildir. Hem değer verdiğim biridir hem de bu deneyim kendimi anlamam açısından değerli bir imkandır.
-Yani bizim ilişkimize de öyle mi bakıyorsun?
-Nasıl bakıyorum?
-Bir süre, birkaç kez beraber olacağız ve bu deneyime kendini daha iyi tanımak için bir imkan olarak mı bakacaksın?
-İlişkimizin ne kadar süreceğini bilmem ama yaşadığım her deneyimde hem diğer insanları hem de kendimi daha çok tanımış olurum. Bunda nasıl bir sakınca gördüğünü anlamadım, çünkü sesinde bir kırılganlık ve yargılama var gibi.
-Bilmiyorum, sanırım benimle daha çok ilgili olmanı istiyorum.
-Yani sana duyduğum ilgiden daha fazla ilgili davranmamı mı istiyorsun?
-Hayır keşke daha çok ilgi duyuyor olsan, çünkü sanırım ben sana senin bana duyduğun ilgiden daha çok ilgi duyuyorum.
-Umarım bana duyduğun ilginin bana bir yükümlülük vermesi gerektiğini söylemiyorsundur.
-Hayır öyle bir şey demiyorum
-Tamam o zaman
-Bu arada ne diyeceğim. Yarın için izin aldım bile. Yani yarın işe gitmem gerekmeyecek.
-Buna sevindim, çünkü seninle vakit geçirmeyi ben de isterim.
-Sonra uzun uzun seviştiler. Kadının sevişmesi için biraz abartarak sakin sözcüğünü kullanabileceğini düşündü. Telaşsız sevişiyordu kadın, yavaş yavaş, acele etmeden. Sonra yemeği de öyle yediğini düşündü. Yavaş, telaşsız ve handiyse iştahsız gibi yiyordu. Sonra düşündü evet herkes öyle yiyordu yemekleri.
Zamanında Taocu seks diye bir şey okumuştu, kadının sevişmesi ona benziyordu, sakin, yumuşak ve şiddetten ve tutkudan uzak.
Kadın senin gibi sevişen birini tanımadım dedi, çok sevgi ve tutkuyla sevişiyorsun, sanki çok özel bir durummuş, diğer her şeyden kat kat güzel bir şey yapıyormuş gibi sevişiyorsun. Bu çok hoşuma gidiyor. Ayrıca yemeği de çok iştahlı yiyorsun, sanki açlıktan çıkmış, uzun süre bir daha yemek yiyemeyecekmiş gibi. Evet evet sevişmende de bu var, sanki bir daha eline geçmeyecekmiş gibi.
Ayrıca çok güzel bakıyorsun. Bir şeyi beğendiğin zaman yüzündeki ifade çok güçlü oluyor. Bana da öyle bakıyorsun. Senin gibi bakan birini de daha önce görmemiştim. Çok değerli bir şeye bakar gibi bakıyorsun. Bu daha önce olmadığı kadar özel hissettiriyor beni.
-Sen de çok sakin, telaşsız ve tok gibi sevişiyorsun. Yani sanki zaten hayat seni yeterince tatmin etmiş gibi. Bu da olsa da olur olmasa da olur gibi. Ama hoşuma gitmediğini düşünme. Böyle sakin ve telaşsız sevişmen çok hoşuma gitti. Yemeğe gidelim mi? Ben kurt gibi acıktım
-Sen git o zaman, ben de konuşmamızı tam bitirmemiştim, onunla buluşayım, sonra gene görüşürüz, aramazsam da bekleme, o zaman sabah görüşürüz.
Bu ne şimdi dedi içinden. Ne güzel sevişmişler, beraber yemek yiyip sohbet edeceklerken başkasıyla buluşmaya gidiyor ve ne zaman döneceği de belli değil,
-Yani geceyi onunla geçirebileceğini mi söylüyorsun?
-Evet. Yani belli olmaz, belki sohbet uzar, belki onunla kalırım.
-Bunun beni üzebileceğini düşünemiyor musun? Düşünüyorsun da aldırmıyor musun?
-Neden seni üzsün ki, benim başkasına nasıl davranacağım veya onunla ne yapacağım seni niye etkilesin ki, daha iki gün öncesine kadar tanımadığın bir insan başka biri ile vakit geçiriyor diye üzüleceğini mi söylüyorsun yani? Bunu ilk kez duyuyorum.
-İki gün önce tanımıyordum ama şimdi tanıdığım, önem verdiğim birisin ve aramızdaki ilişkiyi de önemsiyorum, kısıtlı vaktimizi beraber geçiririz diye düşünmüştüm ayrıca seni başkasıyla paylaşmak istemem.
-Paylaşmak derken? Ben bir nesne miyim, ekmeğini, yemeğini paylaşmak gibi mi algılıyorsun, sanki şu anda sana ait bir şeyim ve başka bir sahibim mi olacak? Sana böyle mi geliyor?
-Hayır benim sahip olmam değil, ikimizin de birbirine ait olmasından bahsediyorum.
-Ne senin bana ait olmanı ne de benim sana ait olmamı isterim. İki özgür bireyiz, beraber vakit geçirmek ve bir şeyleri paylaşmaktan keyif aldığımız için yapıyoruz ama bu ikimizin hayatını kısıtlayan bir şeye dönüşmemeli. Daha doğrusu senin gibi bir şey talep eden kimseyi görmedim, duymadım. Ama bu kadar önemliyse senin için bu akşamı seninle geçirebilirim. Onunla ertesi gün de görüşebilirim nasılsa.
Nabzı arttı, yüzü kızardı, ağzı kurumaya başladı ve neredeyse bağıracaktı. İlla görüşeceksin yani? Görüşmesen çatlar mısın? demek üzereydi, demedi. Sonra görüşsen olmaz mı dedi. Seninle daha çok vakit geçirmek, seni daha çok tanımak istiyorum dedi.
-İyi olur dedi kadın. O zaman hazırlanıp yemeğe gidelim
Yemekte bu hayatta zorlanacağını düşünüyordu, bu tarz bir ilişki sürdüremezdi ama kadınla muhabbet etmekten de hoşlanıyordu. Ayrıca kendisini yalnız ve kimsesiz hissediyordu. Bu kadınla muhabbeti o yalnızlık hissini biraz azaltmıştı.
-Senin yaşamış olduğun döneme dair bilgilerimiz çok ayrıntılı değil. Nedense o döneme dair bilgiler insanlara yüklenen bilgiler arasında az yer tutuyor. Kaba hatlarıyla bilgilerimiz var ama sen yaşayan bir tarih olarak çok şey anlatabilirsin. Aslında yazı yazsan ne kadar iyi olur. İstersen sana editörlük yaparım. İnsanlar başka bir dönemi, eski zamana ait insanı ve onun iç dünyasına ve yazacaklarına çok ilgi duyacaklardır. Ne dersin mesela içinden geldiği gibi öyküler yazsan ve bunları tartışsak, belki okurların çok ilgisini çekebilir. Denemek ister misin?
-Ortaokulda, lisede yazdığım ödevler dışında hiç öykü yazmadım ki, lisede kompozisyon hocası yazdıklarımı beğenirdi ama sonrasında hiçbir şey yazmayı denemedim.
-Günümüzde hemen herkes sanatla uğraşıyor. O kadar çok kendimize ait zamanımız var ki, insanların en çok ilgilendiği şeyler sanat ve bilim. Resim yapan, müzikle uğraşan, edebiyatla ilgilenen o kadar çok insan var ki. Bence sen insanlara çok şey katabilirsin. Bir dene bakalım ne olacak?
-Tamam yarın bir kısa öykü yazmaya çalışayım olur mu?
-Olur yaz, hem seni daha iyi tanımamı sağlar hem de yazı yazmayı sevip sevmeyeceğini görürsün
-O zaman ben şimdiki öykülerden okuyup etkilenmeden kendi içimden geldiği gibi yazayım
-Bence etkilemez ama tamam öyle yap.
Gece tekrar sevişip uyudular. Sabah işe gitmeyeceği için kalkıp yürüyüşe çıktılar, denize girdiler, gelip kahvaltı ettiler.
-Haydi öykü yazmayı denesene, ben de biraz bir şeyler okuyayım.
Adama kalsa kadınla odaya çıkmak isterdi ama tamam dedi. Bir kağıt kalem aradı, kadın sesli komutla mobil cihazına yazı yazdırabileceğini denemesini söyledi. Baktı gerçekten yazıyormuş cihaz. Kadın networke bağlabanilse sesli komuta ihtiyaç duymadan zihninden geçirdiklerini yazdırabileceğini de söyledi.
Şimdilik söylediklerimi yazması kafi dedi. Ama ben konuşurken rahatsız olmaz mısın dedi
-Hayır ben müzik dinliyorum zaten, sen rahatına bak.
-Yarım saat geçmemişti ki adam öyküyü bitirdim dedi ve cihazını kadına uzattı okuması için.
BÖLÜM 8 ÖYKÜ
Hayvanlar hiç intihar eder mi?
Balinaların Avusturalya sahillerine vurduğunu, kendilerini kurtarmak isteyen gönüllülere rağmen tekrar tekrar kendilerini karaya attıklarını söylüyordu spiker.
“Hiç hayvan intihar eder mi?” diye düşündüm. Olsa olsa bir yanılgıdır. Ne bileyim başka bir şey yapmaya çalışıyorlardır. Bir şeyden kaçıyorlardır, belki de güneşlenmek, dinlenmek istiyorlardır. Başka bir şey olmalı dedim. Bunları düşünürken uyumuşum.
Sabah aydınlık bir yaz gününe uyandım. Yazın başlangıcını haber veren çığlıklarıyla kırlangıçların gelmiş olduklarını fark ettim. Buraya taşındığımdan beri her yazı onlarla geçiririm. Teras çıkıntısının altına yuva yaparlar ve sonbaharda gidene kadar terası bir panayır yerine çevirirler. Onlar geldikten sonra, sonbahara kadar havalar bir daha çok soğuk olmaz ve ben de terasta yatarım.
Teras çıkıntısının altına kırlangıçlar, terasın üzerini örten çatı uzantısının altına da hep bir çift kumru yuva yapar. Onları tanırım, onlar da bana alışmışlardır, her sene 2 veya 3 kez ikişer yavru yapıp büyütürler. Ama kırlangıçlar ancak alt katın penceresinden görebileceğim şekilde terasın altındaki çıkıntıya yuva yaptıkları için pek temasımız olmaz. Sadece seslerini duyar ve etrafta uçuşmalarını görürüm.
O sene bir kırlangıç çifti ilk kez çatı uzantısının altına yuva yaptı. Bir süre sonra baktım üç tane yavru var. Neredeyse hareketsiz duran kumru yavrularına göre hiperaktif çocuklar gibi durmadan kımıldayan, annelerinin yem getirmesini sabırsızlıkla bekleyen kırmızı ağızlı üç yavru.
Yan komşunun kedisinin bir gün gözünü yuvaya diktiğini gördüm ama benim tarafa hiç geçmediğinden bir şey olmaz diye düşündüm. Zaten iki tarafı ayıran yüksek duvara tırmanması da tırmanıp bu tarafa geçse bile yuvaya ulaşması da imkansız diye düşündüğümden rahatladım.
Ama tam duvarın kenarına aramızdaki duvarı kapatsın diye geçen sene diktiğim yaseminleri hesaba katmamışım. Bir sabah kırlangıçların çığlıklarıyla uyandım, yataktan fırlayıp o tarafa yöneldim, yavrulardan biri kedinin ağzında. Atlayıp ağzından yavruyu alsam da kanatlarının ciddi bir şekilde yaralanmış olduğunu gördüm. Annesinin yavruyu bırakmam için yaptığı ataklara ve çıkardığı gürültülere aldırmadan yaralarına pansuman yaptım, yuvasına yerleştirdim. Yaseminleri de oradan söküp başka yere diktim.
Arada bakmaya devam ettim, yaşadı, iyileşti ve büyümeye devam etti.
Bir süre sonra baktım, diğer iki yavru uçmaya başladı. Ama bu uçmuyor. Uçamıyor. Hayatta kalmış ama kanatlarında oluşan hasar uçmasına izin vermiyor.
Yavaş yavaş sonbahar geldi, kırlangıçlar sürüler halinde toplanıp göçmeye başladılar.
Her sabah işe gitmeden kontrol ediyorum, bunlar hala oradalar. Bir sabah kalktım yoklar, hepsi gitmiş, sadece o yavru yuvada. Öyle duruyor. Tek başına, öksüz bir çocuk gibi. Doğanın kanunu dedim işte, zayıflar ölecek, güçlüler yaşayacak.
Onu ölüme terk edip gitmişler, demek ki onları bir arada tutan bağ o kadar kuvvetli değilmiş.
Akşama kadar orada tek başına kalan, öksüz, sakat yavruyu düşündüm. İçeri alsam acaba yaşar mı, uyum sağlar mı? Acaba kırlangıçlar ne kadar yaşıyor, bir kırlangıç öyküsünde bilge adam kırlangıçların ömrü 6 aydır demiyor muydu? Ama 6 aysa nasıl geri geliyorlar ki?
Akşama kadar düşündüm, ama bir çare bulamadım.
Akşam eve geldiğimde anne ve babanın geri gelmiş olduğunu gördüm. Demek diğer yavrularını göçecek bir sürüye katıp geri gelmişler. Onların yavrularını bırakıp gidecek kadar sevgisiz olduklarını düşünmüş olduğuma utandım. Sonra da peki ama şimdi ne olacak? dedim. Göçmezlerse üçünün de öleceğini düşündüm.
Üçü de öleceğine yavruyu öldürsem mi dedim. Bütün bunlar aslında benim yüzümden olmuştu, yavruyu kedin ağzından almasam ölecek, bütün bunlar olmayacaktı. İşgüzarlık yapmış, bir yavruyu kurtaracağımı sanıp üçünün de ölmesine neden olacaktım.
Ama yapamadım. Kıyamadım. Belki bir mucize olur, kanatları iyileşir uçar dedim. Bekleyip görmeye karar verdim.
Her sabah uyanınca gidip yuvaya bakıyordum. Oradaydılar. Neredeyse orada burada tek tük kırlangıç kalmış, havalar soğumaya başlamıştı. Yakında yiyecek bulamayacaklar ya açlıktan ya da havalar soğuyunca soğuktan ölüp gideceklerdi.
Bir sabah kalktım. Yoklar. İşte beklediğim mucize olmuş dedim. Uçup gitmişler. Kendimi boş yere suçlamışım, iyi ki kurtarmışım dedim. Sevinçten gözlerim doldu, hazırlandım, kapıyı kapattım ve işe gitmek için dışarı çıktım.
Tam yuvanın altına geldiğimde yerde yatan yavruyu gördüm. Kafasının üstüne düşmüş ve boynu kırılmıştı. Annesi, babası gidebilsin diye kendini aşağı atmış.
Gözümde yaşlar, “hiç hayvan intihar eder mi?” dedim.
*****************
-Şimdi mi yazdın bunu?
-Evet birden geldi aklıma.
-Peki, daha çok kiminle özdeşim kurdun, anne babayla mı? Sakatlanan yavruyla mı, sağlıklı olanlarla mı? Bunu soruyorum çünkü buna göre öykünün anlamı çok değişir. Eğer anne babayla özdeşim kurarak yazdıysan, istediğin gibi olmayan, sakat bir yavruyu, yük olarak görüp, ondan kurtulmak istediğini ama bunu ebeveyn olarak kendine yakıştıramadığın için onun intihar etmesini arzuladığını düşünürüm. Ama sakatlanan yavru ile özdeşim yaparak yazdıysan bu çok senin döneminin insanına uymuyor gibi. Bizim bildiğimiz o dönemin insanlarının daha çok bencil oldukları ve pek alturistik olmadıkları yönünde. Ama bu yavru, ebeveynleri gidebilsin diye kendisini feda ediyor. Ve daha çok günümüz insanın davranışına benziyor. Tabi önemli bir fark var. Biz başka insanları kurtarabilmek için birçok fedakarlığı yapmaktan geri durmayız ama kendimizi öldürmeyiz. Bu öykü epeyce kafamı karıştırdı. Sanki bu yazdığın şey, sizin de belki en azından senin bizim kadar belki bizden de fazla altüristik olabileceğini düşündürüyor. Belki de eski insanlar sandığım kadar olumsuz değillerdi. Bence bu öyküyü senin yazdığını da belirterek yayınlamalıyız.
-Ben bilinen, tanınan bir insan olmak istemiyorum. Kendi halimde yaşayıp gitmek istiyorum ayrıca öğrenmem gereken, araştırmak istediğim şeyler var.
-Ne gibi şeyler?
-İnsanlık ne oldu da böyle değişti onu öğrenmek istiyorum. Bir de ben neden dondurulmuşum ya da kendimi dondurtmuşum onu bulmak istiyorum
-Belki de yazacağın öyküler bunları hem senin hem de bizim daha iyi anlamamıza yardım eder.
-Evet olabilir. Bu sayede eski ve yeni insanı daha kolay karşılaştırabiliriz, ama işim ne olacak?
-Öykülerin networkte okundukça kredi alırısın. Alacağın krediler belki de işten alacağın kredilerden fazla olur. O zaman işin bu olur, öykü yazarsın.
-Tamam yayınla bakalım öyküyü ne kadar kredi alacağım. Bugün nasılsa izinliyim, bir günlük okunma oranından geleceğe dair bir projeksiyon yapabiliriz
-Yalnız işten öyle aynı gün istifa olmaz, işyerinle konuşman ve onlardan izin alman gerekir belki bir iki hafta yerine birini koyana kadar çalışmanı isterler.
-Sen öyküyü yayınla, nasılsa bugün buradayım, yarın durumu değerlendiririz.
-Bu arada öyküyle ilgili bir mesele kafamı kurcalıyor, geçmişte mesela eski bir nükleer santralde arıza çıktığında o zamanki otomatlar santrali devre dışı bırakmayı başaramamışlardı ve insan müdahalesi gerektiğinde sadece 3 kişiye ihtiyaç olduğu halde çok sayıda insan gönüllü olmuştu. Radyasyondan koruyucu kıyafetleri olsa da gene de bir miktar radyasyon alacak oldukları için toplum yararına hayatlarını riske atmışlardı. Bu da bir nevi intihar sayılırdı ama başkalarını kurtarmak için yapılan bir davranıştı. Bu örnek dışında kimsenin başkalarını kurtarmak için hayatını riske atması gerekmedi. Demek istediğim şey şu, aslında yeni insanda da başkasını kurtarmak için kendi hayatını riske atma davranışı var. Acaba bu öykü bu şekildeki intiharları teşvik eder mi? Bu öyküden sonra birileri başkalarının yararına riskli davranışlar sergiler mi diye endişelendim. Çünkü öykü bu davranışı kahramanlaştırıyor gibi. Erdemli bir davranış olarak sunuyor gibi. Bu toplumda da özgecilik çok güçlü bir eğilim ama kendin dahil kimseye zarar vermediğimiz için intihar görülmüyor. Ancak böyle bir öykü insanlardaki güçlü özgeci eğilimleri intihara dönüştürebilir mi? Sadece bir iki kişide bile olsa, böyle bir sonucu olursa çok üzülürüz.
-Ben bu dönemin insanını çok iyi tanımıyorum, dolayısıyla bir şey söyleyemem.
-Bu öykü dursun şimdilik, ben bunu toplum psikolojisi komisyonu ile konuşayım, onların fikrini alır ona göre davranırız. İlk öyküyü bu kadar hızlı yazdığına göre belki yeni bir öykü yazarsın.
-Öykü yazmak kadar sonrasında seninle konuşmak da hoşuma gitti. Sen de öykünün ana fikrini çok çabuk yakaladın ve çok güzel yorumladın. Böyle anlayarak yorumlayan biri olacağını bilsem belki daha önce de yazardım.
-Öğleden sonra araba kiralayıp gezelim, plaja gidip yüzelim sonra da gene yazı yazalım mı?
-Hiç fena fikir değil, bana uyar, belki plajdan sonra biraz odada birlikte vakit geçiririz olur mu?
-Bu da gayet güzel fikir
Dedikleri gibi yaptılar, sonra gelip seviştiler ve sonrasında adam şu öyküyü yazdı.
BÖLÜM 9 İKİNCİ ÖYKÜ
BÖYLELİKLE KÖPEKLERDEN GİZLEDİM…
Bir hastanede özel odada
Kafası karmakarışıktı. Bir sürü karışık şey vardı aklında, hangisi gerçek, hangisi rüya, hangisi anestezi altındayken gördüğü kabustu bilmiyor, hiçbir şeyden emin olamıyordu.
Aklına gelen sahneler şunlardı:
Bir evde bir akşam
-Oğlum neden suratın asık
-Bugün okulda bir arkadaşıma, birileri sataştı, ben de arkadaşıma arka çıktım ama onlar bizden kalabalıktı, boyun eğmek ve özür dilemek zorunda kaldık.
-Arkadaşına neden sataştılar
-Bilmiyorum, bakışma hakkındaydı sanırım, “ne bakıyorsun?” filan dediler.
-Eee, sen de bakıyor muydun onlara?
-Yoo, sesler yükselince fark ettim ben, arkadaşıma yüklendiklerini.
-Sen niye karıştın ki, diklenen arkadaşın, kabadayılık yapan o. Sorumluluğunu da o alsın.
-Arkadaşlık birbirine arka çıkmak değil midir?
-Öyledir ama her zaman değil, özellikle zarar görme ihtimalin varsa ve arkadaşın kaçınabileceği bir belaya bulaştıysa hiç değil. Baksana hem özür dilemek zorunda kaldığın için onurun incinmiş hem de belki belalı olabilecek bir grubu kendine düşman etmişsin. Bundan sonra onun arkadaşın olduğunu bildikleri için sana da düşman olacaklar.
-Ben öyle düşünmüyorum baba.
-Büyüyünce, arkadaşlarından kazık yedikçe anlarsın ne dediğimi…
Birgün bir şehrin arka sokaklarında
Oğlanın istediği Border Collie yavrusunu almak üzere köpek çiftliklerinin olduğu banliyöye gittiklerinde navigasyon ile mevcut yollar arasında uyumsuzluklar dolayısıyla aradıkları yeri bulamayınca, araban inip yaya olarak aramaya karar vermişlerdi.
Ortalıkta pek kimse görünmüyor, tavuk ve horoz sesleri arasında, köpek havlamaları geliyor, kavak ağaçlarının arasından üst üste binmiş gecekonduların çatıları görülüyordu.
Önlerine çıkan ilk sokağa girdiklerinde bir sokak köpeği sürüsü ile karşılaştılar. Köpekler tehditkâr bir şekilde havlıyor, kimi dişlerini gösteriyor kimisi de hırlıyordu. Baba “sakince yürüsek bir şey yapmazlar” diyerek ilerlemeye başladı. İlk köpek üzerlerine doğru koşmaya başladığında oğlan da ters istikamette kaçıp uzaklaştı.
Yerde bulduğu bir sopa parçasıyla kendini korumaya çalıştıysa da köpekler bacaklarını birkaç yerden ısırdılar. Seslere etraftan yetişen insanlar ağır bir yaralanma olmadan köpekleri uzaklaştırıp kendisini kurtardı. Mahallelilerin çağırdığı ambulansı beklerken, yakından geçen bir jandarma aracı da olay yerine geldi.
O sırada tehlikenin geçtiğini gören oğlu da yavaşça kalabalığın içine karışıp yanına kadar geldi.
Jandarma ne olduğunu anlatmasını istediğinde çok bitkin olduğundan, oğlunu göstererek, “Oğlum anlatsın, benim pek halim yok” dedi.
Oğlan: “Bu adamı tanımıyorum, olaydan da haberim yok” deyip ortamdan uzaklaştı tekrar.
Ambulansa binmeden önce telefonla oğlunu aradığında oğlu şöyle söyledi:
Annemi aradım, beni gelip alacak, sen merak etme, ambulansla gittiğin hastaneyi söylersen, biz de annemle geliriz.
Hastanede
Hastaneye götürdüklerinde yaralarına pansuman yapılmış ve tedbir olarak kuduz aşısı uygulanmış bir halde dinlenmekte iken karısı ile oğlunun gelişini ve aralarında şu konuşmanın geçtiğini hatırlıyordu:
-Oğlum çok merak ettim neden böyle davrandığını ama bir anlam veremedim. Hani köpekler saldırdığında kendini korumak için kaçmanı anlıyorum ama, niye sonradan tanımazlıktan geldin.
-Önce neden kaçıp seni köpeklerle baş başa bıraktığımı söyleyeyim, bence sen de kaçınabileceğin bir belaya kendini bulaştırdın. Pek ala geri dönebilir ve uzaklaşabilirdik. Ben öyle yaptım, bana bir şey de olmadı”
-Peki sonra? “Bu adamı tanımıyorum” demen?
-Etrafta hala köpekler varsa senin oğlun olduğumu anladıklarında bana da düşman olurlar diye düşündüm. Senin oğlun olduğumu gizleyerek köpeklerin bana düşman olmasını engelledim.
Bunlardan önce başka bir gün gene evde
-Oğlum neden suratın asık?
-Sitede herkesin köpeği var, benim yok.
-Neden köpeğin olsun istiyorsun, arkadaşlarından eksik kalmamak için mi, köpek istediğin için mi?
-İkisi de. Köpeğim olsa köpek muhabbeti olduğunda Fransız kalmam. Ayrıca hem benimle arkadaşlık eder hem de korur beni.
-Bizim arkadaşlığımız ve korumamız sana yeterli gelmiyor mu oğlum?
-Sizden bir şikâyetim yok ama köpeklerle farklı bir bağım varmış gibi hissediyorum.
Hastanede gene
-Gerçekten böyle mi hatırlıyorsun?
-Ne diyorsun karıcığım, anlamıyorum?
-Köpekler saldırınca oğlan kaçmamış ki, seni kurtarmak için uğraşmış ve köpekler ciddi şekilde yaralamış onu da. Sen de iki gündür komadaydın.
-Aman Allah’ım ne diyorsun? Şimdi durumu nasıl?
-Yoğun bakımda ve şuuru kapalı, doktorlar kurtulması mucize olur diyorlar. O kimseyi bırakıp kaçacak biri değil ki…
Evet anımsadığı şeyler bunlardı ama hangisi gerçek hangisi hayal, hangisi korkusuydu bilmiyordu. Mesela oğlunun kaçmış olduğu anı, kendi isteği miydi, kendisi olsa böyle yapacağı için mi buna inanmıştı yoksa gerçek miydi, hiçbir şey bilmiyordu. Kurgular, hayaller, keşkeler ve korkular hepsi birbirine karışmıştı.
Birazdan doktor gelecek ve her şeyi öğrenecekti.
Korku ve umut içinde hem bir an önce doktorun gelmesini istiyor hem de kötü bir olasılığa karşı sonsuza dek bu anda kalmak istiyordu…
Doktor gelmeden önce çocukken babasının hep önce başkalarını düşündüğünü, devamlı başkalarının sorunlarını çözmeye çalıştığını; annesinin ise bunları aptallık olarak görüp, “kim olursa olsun, baban da olsa önce kendini düşünmelisin, yoksa baban gibi hep suistimal edilirsin” dediğini anımsadı.
Aslında şunu da anlayacaktı belki, kendisi babası gibi mi olmuştu, annesi gibi mi?
Ve oğlu kime benzemişti?
*****************
-Bu öyküde daha çok kiminle özdeşim içindeydin. Babayla özdeşleşerek mi yazdın, oğlanla özdeşleşerek mi sence
-Bence yer değiştirerek yazdım, yani kendimi ikisinin de yerine koymaya, ikisini de anlamaya çalıştım. Taraf tutmamaya gayret ettim.
-Ben de öyle düşündüm. Çünkü oğlanla baba iki ayrı karakter oldukları kadar aynı insanın, belki de senin iki çatışan yanını temsil ediyor.
-Nasıl yani?
-Bir önceki öykünde olduğu gibi bencillik ve özgecilik ya da dayanışma ile kendini kurtarma arasındaki bir çatışmayı anlatıyor. Ailenin diğer üyelerini yani güçlü bağları olan kişileri kurtarmak için kendini feda etmeye dair bir tarafı var. Yani belki bunlar senin çatışan iki tarafındır. Belki senin kendini feda etme isteğinle, hayır kendini de düşünmelisin diyen yanlarındır. Bir yanın önce kendini düşünmek gerektiğini söylüyordur diğer yanında başkalarını da düşünmeyi ve dayanışmayı. Bu yanıyla da gene eski zamanla yeni zamanı karşılaştırmak için güzel bir fırsat sunuyor.
-Yani?
-Bu öykü günümüzde yazılsa böyle bir çatışma, hatta soru bile olmazdı. Çocuk tereddütsüz babasını korumaya çalışırdı. Soruna babası yol açmış olsa bile bırakıp kaçması gibi bir olasılık düşünülemeyeceği için yazılmazdı da. Ayrıca şimdiki zamanda sokak köpeği de olmadığı için kimse böyle bir öykü düşünülmezdi.
-Ama bence bu öykü sizin zamanınıza dair başka epeyce şey daha anlatıyor
-Ne gibi?
-Mesela Freud’un Ödipal çatışma dediği şeyi barındırıyor. Günümüzde eski aile ilişkileri olmadığı için pratikte geçerliliğini büyük ölçüde yitiren bu kuramın o zamanki aile ilişkileri içinde anlamlı yanları olduğu düşünülüyor. İşte senin öykündeki adamın temel sorunu da annesinin gözündeki yeri. Yani annesinin gözünde babası mı daha beğenilecek biri kendisi mi? Bir yandan annesinin gözünde babasından daha değerli, daha düzgün, daha akıllı biri olmak isterken diğer yandan da babasının küçümseyeceği biri olmak istemiyor. Belki sadece babasının değil, başkalarının gözünde de değerli olmak istiyor ve sanki annesinin öğütlediği gibi daha kendini düşünen biri olsa annesi onu daha çok beğenecek ama bu sefer de babasının ve toplumun gözünde çok takdir edilen biri olmayacak. Sonra büyüyüp kendi ailesi olduğunda ve bir oğlu dünyaya geldiğinde bu kez aynı çatışma kendi kurduğu aile içinde ortaya çıkıyor. Şimdi eşinin gözünde kendi yeri ve oğlunun yerini merak etmeye ve bu konuda kaygılanmaya başlıyor. Karısı kendisini mi oğlunu mu daha çok beğeniyor? Ama bu sefer işler tersine dönmüş oluyor. Yani eşi annesi gibi değil ve kendini çok düşünmeyi ve başkalarına aldırmamayı takdir etmiyor. Belki daha önce bu çatışmayı annesinin hoşuna gidecek şekilde davranmaya ağırlık vererek ve diğer yanını kontrol altında tutarak çözmüştü ama şimdi içinde bulunduğu ilişkiler tam zıddına yöneltiyor onu.
-Gayet iyi anlamışsın. Öyküde adamın bilincinin bulanık olmasını, anestezik maddelerin etkisi altındaki kafa karışıklığını da zihnindeki bu çatışmayı ve kaosu çağrıştırması için koydum.
-Öte yandan bir baba olarak oğlunu iyi yetiştirmek, onun iyi, başarılı biri olmasını istiyor ama bir yandan da kendisinden iyi olmasından ve karısının onu kendisinden daha çok beğenecek olmasından da tedirgin gibi.
Bence öykünde babanın tüm bu çatışma ve tereddütlerini gayet güzel anlatmışsın. Günümüz dünyasında yaşanmayan bir çatışma olsa da bireycilik ve özgecilik çatışması açısından yeterince ilgi çeker ayrıca geçmişi anlamamıza da yardım eder. Ancak günümüz dünyası ile ilgili başka bir noktası daha var.
Freud, ödipal çatışmayı daha çok cinsel arzu üzerine oturtmuş olsa da biraz evvel söylediğim gibi cinsel bir karşılığı olmaksızın da sevilme, beğenilme, hayran olunma arzuları hiç de daha az önemli değil. Çocuğun kendi cinsinden ebeveynle rekabeti ve karşı cinsten ebeveynin gönlünü kazanmak istiyor oluşu aynı zamanda kendini değerli ve anlamlı biri olarak algılama isteği ile de ilgili olsa gerek. Bu haliyle günümüz toplumunda da karşılığı olan yanları var.
-Nasıl yani?
-Şöyle, günümüzde insanların dayanışmacı yanları rekabetçi yanlarından daha güçlü. Ama bu rekabet duygusundan tamamen azade oldukları anlamına gelmiyor. Mesela insanların çoğu sanatla uğraşıyor, o kadar çok edebiyatla, resimle, heykelle, sinemayla uğraşan kişi var ki herkes bir yandan bunları kendisi için yapıyor ama bir yandan da eserlerinin beğenilmesini umuyor. Belki istedikleri kadar ilgi görmediği zaman üzülüyorlar ve başka birinin eseri çok tuttuğunda bir yandan o eserden keyif alabilseler de bir yandan da kendileri yapamadığı için biraz keyifleri kaçıyordur. Ancak toplumda dayanışmacılık ve başkalarına saygı çok ön planda tutulan bir şey olduğu için de insanlar rekabetçi yanlarını görmek istemiyor ve kontrol altında tutuyorken, dayanışmacı yanlarını daha güçlü görmek ve göstermek eğiliminde oluyorlar. İnsanlar arasında rekabetten kaçınmak bir erdem gibi algılanıyor. Şimdi senin bu öykün ödipal bir üçgen içinde olmasa da insanların çeşitli ilişkilerdeki rekabetçi yanlarıyla yüzleşmelerine katkıda bulunabilir. İnsanların rekabetçi yanlarıyla yüzleşmelerini teşvik edebilir. Bence bu öyküyü yayınlayabiliriz ve bence pek ele alınmayan bir konuyu ele aldığı için de ne kadar eskilerden gelse de “yeni bir şey” olarak algılanacak.
-Bir de köpek seçimini de merak ettim, düşündüğüm gibi mi? Neden başka bir hayvan değil de köpeği seçtin?
-Tahmin edebileceğin gibi köpek en sadık olarak bilinen hayvan. Ailesine çok düşkündür ve onları korumak için canını bile feda edebilir. Öte yandan da kendi sürüsünü ve bölgesini korumak için saldırgan olabilir. Yani tam da buradaki çatışmayı sembolize eden bir hayvan.
-Ben de böyle düşünmüştüm. Border collie peki?
-En sosyal, en arkadaş canlısı ve aynı zamanda en akıllı köpek. Çocuk arkadaşlığa baktığı gibi köpek seçiminde de ilişkiyi en çok önemseyen, beraberliğe önem veren köpeği seçiyor. Buradan da babanın bulanık bilincinin karışıklığı içinde hangi ihtimalin daha olası olduğuna dair bir gönderme var.
-Bunu da çok iyi yapmışsın. Bence insanlar anlayacak ve seveceklerdir. Dediğim gibi senin adınla ve kısa özgeçmişinle beraber yayınlamak daha uygun olur.
-Tamam o zaman. Ben de merak ettim, nasıl tepki göreceğini…
Ben şimdi öyküyü yayınlayayım, sonra ertelediğim görüşmeyi yapayım, sonrası için haberleşiriz. Belki akşam yemeğini Onunla yer, gece yanına dönerim ama emin değilim. Sen de hazır bir tempo yakalamışken belki yeni bir öykü yazarsın.
Bu da nereden çıktı şimdi dedi içinden. Öfkelenmişti ama öfkesini kontrol etmesi gerektiğini düşünüyordu. Gene de sesini çok iyi kontrol edemedi, öfkeden elleri titremeye başladı ve “hakikaten anlamıyorum, ne güzel konuşuyoruz, sohbet ediyoruz, çok güzel vakit geçiriyoruz ve benim için çok değerli bir fikir alışverişi yapıyoruz ama sen neden illa gitmek istiyorsun. Bunu yapmazsan çatlar mısın?”
Kadın neye uğradığını şaşırdı. Anlamadım ne oldu sana? İlk kez böyle bir insan görüyorum. Niye bağırıyorsun ve suçlamaya çalışıyorsun. İyi misin? Anlamadım benim biriyle görüşüp görüşmemem seni neden bu kadar ilgilendiriyor. Hakikaten çok şaşırdım. Bu yaşıma kadar böyle bir şey görmemiştim.
Ne yapacağız böyle, hoşuna gitmeyen bir şey olunca bağırıp çağıracak mısın?
-Haklısın ama senin başkalarıyla da görüşmen hele birlikte olma olasılığın beni çok sinirlendiriyor. Ama kendime hakim olmaya çalışırım.
-Söz mü?
-Söz. O zaman ben biraz yürüyüş yapayım. Sonra senden haber beklerim. Yarın sabah işe gideceğimi biliyorsun değil mi?
-Evet evet aklımda, gitmeden görüşürüz bir şekilde.
BÖLÜM 10 YENİ ÖYKÜ
Kadınla yaşadığı ilişki onu bu yeni topluma uyum sağlayamayacağını, çok az şey bildiği gibi sahiplenici, kıskanç ve ısrarcı bir tip olarak hoş karşılanmayacağını gösterdi
Özellikle kadına bağırması ve ona kötü hissettirmesi giderek daha korkunç geliyordu. Kadının hayatım boyunca kimse bana bağırmamış ve şiddet göstermemişti. Bunu neden yapıyorsun anlamıyorum derken ki ifadesini unutamıyordu.
En iyisi kendisinin diğer insanlara dönüştürülmesi olacaktı.
Bunu nasıl yapabileceğini sordu mobil cihazına. Antalya’da bunu yaptırabileceği bir merkez varmış. Önceden haber vermek kaydıyla istediği zaman yaptırabilirmiş.
Antalya’ya gidince bakarım dedi.
Ve oturup bir öykü daha yazdı.
KİRAZIN TADI
Bir süredir yaşadığım çiftlikte yaşlı bir dişbudak ağacı vardı, nasıl olduysa şemsiye formunu almıştı, dalları aşağı doğru sarkıyor ve ortada bir boşluk kalıyordu. Altını düzeltim, ponza taşı döktüm ve oturma yeri yaptım. En sıcak günlerde bile serin olur, rahatlıkla kitap okuyabilir ya da dinlenebilirdim
Bir akşamüzeri oradaki minderlerde uyuya kalmışım ve uyandığımda neredeyse gece yarısı olmak üzereydi. Sanki yalnız değilmiş gibi hissettim. Başka biri varmış gibi geldi. Sanki bir nefes sesi duyuyordum.
Hiç aklımda yokken bir öykü yazma dürtüsü hissettim. Minderin altından kâğıt kalem alıp, cep telefonunun ışığında sanki bir güç bana yazdırıyormuş gibi hiç ara vermeden aşağıdaki hikâyeyi yazdım.
“Sabah uyandığında her zamanki gibi hissetmediğini fark etti. Neyin farklı olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Sanki bir şeyler değişmiş gibiydi. Yokladı, elleri, yüzü, vücudu her şeyi aynıydı. Dışarıya bahçeye baktı, bahçe de aynıydı. Her zamanki gibi gene bahçeden kuş sesleri geliyor, köpeği her zamanki gibi pencerenin önünde uyumuş, kendisinin kalkmasını bekliyordu.
Kalktı, bahçede dolaşmaya başladı. Çiçekler de aynıydı, değişik bir şey bulamadı ama gene de bir farklılık olduğundan emin gibiydi.
Çok uzun zamandan beri ormanın içindeki bu küçük çiftlikte birkaç hayvanı ve köpeği ile birlikte yaşıyordu. Kalktı, ördeklerinin olduğu gölete doğru yürüdü, ördekler de yerindeydi, arada bir dalarak gölün yüzeyinde sakince yüzüyorlardı. Etraftaki tavuklar da her zamanki gibi horozun her seslenişe aldırmamaya devam ediyorlardı.
Son zamanlarda yaşamı sürdürüp sürdürmemek hakkında tereddütleri vardı, kendisine ve başkalarına dair hayal kırıklıkları kendisini yormuş, iyice içine çekilmiş ve artık pek beklentisi kalmamıştı. Sanki sabah değişen şeylerden biri buydu. Bu konuya sabahtan beri kafa yormadığını, artık bu konuda düşünmediğini ve her şeyi akışına bırakmış olduğunu fark etti.
Sonra evde kahve kalmadığını görünce en yakın yerleşim merkezi olan banliyöye gitmeye karar verdi. Kahveci dükkanına girerken, bir vakitler burada yaşayan kuzenin komşusunun kızını gördü. Çok şaşırdı, çünkü kız ölmüştü. Kızın yüksek bir yerden düşüp öldüğü söylenmişti. Kimi kaza diyor, kimisi de intihar olduğunu söylüyordu. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi, kızın ardından öyle bakakaldı.
Kahvelerini alıp dükkândan çıktı, arabasına binip çiftliğine gitmek yerine belki o kızı tekrar görürüm diye biraz etrafta dolaşmaya karar verdi. Yollar oldukça tenhaydı, tek tük arabalar, birkaç kişi falan vardı. Biraz dolaştıktan sonra eve döndü.
Eve gidip kendi rutinine döndüğünde rahatladı. Tarladan biraz domates, salatalık, biber toplayıp bir salata yaptı. Yanında da biraz balık köftesi kızartıp bir kadeh roze şarap eşliğinde karnını doyurdu. Şarap uykusunu getirdi, biraz kestirmek iyi olur diye düşünüp uzandı.
Uykusunda bir kâbus gördü. Kendisini daha önce de birçok kez yüksek bir uçurumun kenarında, düşmemek için büyük bir dikkat ve korkuyla yürürken görmüştü. Ama bu kez ayağı kayıyor ve düşüyordu. Uzun bir düşüşün sonunda yere çarptığında uyandı.
Sonra sabahtan beri telefonuna bakmadığı aklına geldi, zaten insanlarla iletişimi çok sınırlı olduğundan günde bir kişi ararsa arıyor, aramazsa aramıyordu. Telefona baktı mesaj da mail de yoktu. Sosyal medya ile ilgilenmeyi çoktan bırakmış, hesaplarını kapatmıştı, o yüzden onlara da bakmadı.
Sonra aklına gördüğü kız geldi. Kimdi acaba, neden o kıza çok benziyordu. Bir anlam veremedi ve üzerinde çok fazla düşünmenin anlamsız olduğuna hükmedip, günlük rutinine geri döndü. Bahçede çalıştı gene, bazı ağaçları budadı, susamış sebzeleri suladı. Bir dut ağacına çıktı biraz dut yedi. Sonra biraz kiraz toplayıp yedi. Kirazın tadı sanki farklı gibi geldi, öyle bariz bir fark değil, belli belirsiz bir farklılık. %99,99 aynıydı ama çok küçük bir fark var gibiydi.
Sonra son zamanlarda arada bir düşünse de yapmayı ertelediği şeye, öykü yazmaya başlamak istedi. “Ne yazayım? Ne hakkında bir şey yazayım?” derken aklına Kiarostemi’nin hastanede ölüm döşeğinde yatarken şarkı dinlediği sahne geldi. Ölmeden önce Nowbahari isimli Sadi’nin bir şiirinden bestelenmiş şarkıyı dinlemek istemiş, genç sanatçı Solmaz Naragi gelip, çalıp söylemişti. Şarkıyı dinlerken arada bir şarkıcıya bakıyor, sonuna doğru da usulca göz yaşlarını siliyordu. Bu O’nun ölmeden önceki son kaydıydı.
https://www.youtube.com/watch?v=qutG-yz0DXw
Şarkının son kıtasını hatırlıyordu:
Lazım bir ömür daha;
Ölümümüzden sonra.
Zira süren ömrümüz
Geçti umutlanmakla.
Acaba buna dair bir şey mi yazsaydı?
Birkaç paragraf yazdıktan sonra güneşin batmakta olduğunu görüp onu izledi, günler kısalmaya başlamıştı artık ama sanki tam olarak dünkü yerden batıyormuş gibi geldi. Biraz daha güneye kayması gerekmez miydi diye düşündü. Sonra, belki başka bir açıdan bakmışımdır, iyisi mi yarın bir daha kontrol edeyim dedi.
Bir şeyler okuyup yatıp uyudu. Sabah uyandığında hissettiği o tuhaflık hissi azalmıştı.
Sonra rüyasında Kiyarüstemi’nin, Kirazın Tadı isimli filminin final sahnesini gördüğünü hatırladı. Ölmek isteyen ve kendisine yardım edecek birini arayan kahraman, kendisine bir mezar kazıp, içine uzanıp ölmeyi bekliyordu.
Dün yazmaya başladığı öykünün bu rüyayı tetiklediğini düşünüp, üzerinde fazla durmadı, dişlerini fırçaladı, elini yüzünü yıkadı, sonra bir kahve yapıp verandada oturup kuşların sesini dinledi.
Sonra aklına dünkü kız geldi ve kendisini oraya doğru araba sürerken buldu. Aynı dükkâna gitti, aynı sokaklarda yürüdü ama kızı göremedi. Dünkü gibi gene çok az insan, çok az araba vardı.
Kıza rastlamayınca kahvaltı yapmak için eskiden oturduğu mahalledeki çok sevdiği bir lokantaya gitti. Deniz kenarında sakin bir lokantaydı ve kahvaltıları çok güzeldi. Orada otururken çok sık gittiği için çalışanlarla birbirlerini tanırlardı. Lokanta daha önce gittiği gibiydi. Hiçbir şey değişmemişti, dekoru, masalardaki çiçekler her şey aynıydı. Ama çalışanlar arasında tanıdığı kimse yoktu, onlar da kendisini tanımıyordu. Üç yıldır gelmemesine rağmen menüde de hiç değişiklik yoktu. Lokantada tek başına kahvaltı ederken kapı açıldı ve 15-16 yaşlarında bir genç bir çocuk içeri girdi. Bir yerden tanıyordu ama çıkaramadı. Hatırlamaya çalıştı, sonra birden anımsadı. Bu mahallede otururken bir ara hastanede yatırılmasına rağmen intihar eden delikanlıya benziyordu. O olmazdı çünkü hem o ölmüştü hem de o olsa şimdi 20’li yaşlarında olması gerekirdi.
Bir anlam veremedi. Hiçbir yerde tandık hiç kimseye rastlamıyordu. Sadece uzaktan tanıdığı ama ölmüş iki kişiye benzeyen iki kişi dışında tanıdığı hiç kimseye rastlamamıştı.
Sonra çiftlikte kendisine yardıma gelen ailenin de iki gündür gelmediğini fark etti. Haftada 3 gün gelmeleri üzerine bir anlaşmaları olduğu için birkaç gün gelmedikleri çok olurdu. Yarın da gelmezlerse ararım dedi. Çocukla konuşmaya niyetlendi ama gidip ne diyecekti. Kahvaltısını bitirip çiftliğe döndü.
Biraz daha devam etti öyküye. Ölümden sonra ikinci bir hayat üzerine bir şeyler kurdu. İlk seferindeki hayal kırıklıklarının olmayacağı bir hayattı. Umut etmenin olmadığı, dolayısıyla hayal kırıklığının da olmadığı, her şeyin doğal akışı içinde sürdüğü, sıradan, sakin bir hayat, sadece basit günlük hayatın tadının çıkarıldığı bir hayat kurgulamak istiyordu.
Ertesi gün de çalışanlar gelmeyince aramaya karar verdi. Kaç kez aradıysa aradığınız numaraya ulaşılamıyor mesajı aldı. Herhalde telefonun çekmediği bir yerdedirler deyip, onların geri aramasını bekledi.
Akşama kadar duramayıp arada birkaç kez aradı, gene aynı mesajı aldı. Sonra öyküleri yayınlatacağını düşündüğü yayıncısını aradı, gene aynı mesajı aldı. Sonra bir başkasını, sonra başkasını aradı, kimseye ulaşamıyordu…
Çalışanlarının yaşadığı yakındaki köye gidip kontrol etmek istedi. Arabasına atlayıp bastı gaza. Köyde evler, ağaçlar, tavuklar her şey yerli yerindeydi. Ancak hiç insan yoktu. Gezdi, dolaştı her sokağı, tek bir insana rastlayamadı.
Kendi kendisini yatıştıramayacaktı artık, “birini bulup konuşmalı, en iyisi bir psikiyatriste gitmeli” diye düşündü.
Psikiyatri kliniğine vardığında iki gündür gördüğü en kalabalık insan kitlesine denk geldi. Binlerce insan etrafta dolaşıyor, kimi kahve kimi sigara içiyor kimisi de sohbet ediyordu.
Sakin bir şekilde sigara içen ve aklı başında görünen birine yaklaştı
-Merhaba, doktorlar nerede acaba?
-Doktor çok çok az, tahmin edeceğin gibi, buradaki hemen herkes senin de bileceğin gibi eski hastalar.
-Nasıl yani, dediğinizden hiçbir şey anlamadım. İki gündür sadece bazı intihar etmiş kişileri görüyorum ve tanıdığım hiç kimseye ulaşamıyorum, aklımı kaçıracağım, ne oluyor bir fikriniz var mı?
-Yenisin galiba?
-Lütfen daha açık olur musunuz diyecekti, bir bankta Kirazın Tadı filminin kahramanını gördü. Başka da bir şey demedi.”
Hikâyeyi okumadan üzerinde düşünmeden uyudum tekrar. Sabah uyanıp yanımda kağıtları bulduğumda çok şaşırdım. Böyle bir şey yazdığımı hiç hatırlamıyordum. Yazı benim yazıma çok benziyordu ama tam olarak benim yazım mıydı, yoksa uykuda yarı uyanıkken, karanlıkta yazdığım için mi biraz farklıydı anlamadım. Ayrıca öyküdeki ayrıntılara mesela filme ve Kiyarüstemi’ye dair her şeyi bilmiyordum galiba ya da anımsamıyordum.
Ertesi gün analistimle seansım vardı, ona bunu anlattım. Hiç ummadığım bir yorum yaptı. “Tele” her zaman bu dünyadaki varlıklar arasında olmaz dedi. Özellikle size ait bir “şey” ise bu daha da mümkündür.
Öyküyü bitirip, bir çay yapmıştı ki, kapı çaldı.
Kapıyı açtığında kadını yanında bir adamla kapıda beklerken buldu.
Muhtemelen konuştuğu kişi diye düşünüp suratı asıldı, “nereden çıktı şimdi bu?” dedi içinden. “Hem vaktini onunla geçiriyor hem de benim de vaktimi onunla geçirmemi istiyor. İnsan bir sorar, istiyor muyum?” demek istedi ama “bir dinleyeyim bakalım ne diyecek?” dedi.
-Canın sıkıldı sanırım, izinsiz, habersiz getirdim diye. Ama seninle tanışmak istedi, tabi ki istemezsen bir sorun yok, O odasına döner, biz de devam ederiz
-Yani nasıl tepki vereceğimi bilemedim. Alışık olduğum bir durum değil. Biz partnerimizin diğer partnerleri ile görüşmeyiz pek. Uygun ve şık bulmayız.
-Niye ki?
-Bilmiyorum çok düşünmedim ama muhtemelen kendimizi başkasıyla kıyaslamak istemediğimizden ya da beraber olduğumuz kişiyi başkasıyla hayal etmek istemediğimizden.
-Yani rahatsız olurum diyorsun
-Belki daha sonra olabilir ama şu anda böyle bir şeye hazır hissetmedim kendimi
-Tamam o zaman.
Dönüp diğer adamı uğurladı, adam da iyi geceler dileyerek selamlayıp ayrıldı.
-Yeni bir öykü yazdım biliyor musun?
-Sahi mi? Şaşırtıcı derecede hızlı yazıyorsun. Bu arada hikayenin yayınlamıştım bir tepkilere bakalım mı?
-Olur bakalım.
-4 saatte 25 bin kişi okumuş. Müthiş bir rakam değil ama fena da değil. Belki bilinen bir yazar olmadığından. Sevilen yazarlar yeni bir öykü yayınladıklarında bir günde bir milyon kişiyi bulabiliyor. Çünkü çok okuyan bir toplumuz.
-Yani pek sevilmemiş mi?
-Hayır bence hiç fena değil, bilinmeyen bir yazarsın sonuçta. Yavaş yavaş ilginin artacağını tahmin ediyorum.
-Ben de yeni bir öykü yazmıştım.
-Versene okuyayım.
-Oku da. O konuyu konuşmadık, neden beni tanıştırmak istedin ve O niye tanışmak istedi çok anlayamadım.
-O da bir yazar olduğu için ilgini çeker diye düşündüm ayrıca o da senin öykü yazdığını okuyunca tanışmak istedi.
-Hepsi bu mu?
-Öyle işte, ne olduğunu düşünmüştün?
-Bir şey düşünmedim, sadece anlam veremedim.
-Çok merak ettim şu yeni öykünü okuyayım.
********
-Okudum. Çok ilginç bir öykü. Biliyor musun Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadı filmini ve birkaç filmini daha izlemiştim. Ama öyküde bahsettiğin, şarkı dinlediği sahneyi bilmiyordum.
-Ölmek üzere olan birinin bu şarkıyı dinlemek istemesi bana çok hüzünlü gelmişti. Sanki hayattan vazgeçemiyordu, tıpkı filmdeki kahramanın intihar etmeye karar verdiğini söyleyip, bunu hep yokuşa sürmesi gibi.
-Ben daha çok senin niye böyle bir öykü yazdığını anlamak istiyorum aslında. 3 öykün de ölüm veya intihar konularıyla ilgili. Niye dondurulduğunu biliyor musun?
-Hayır hatırlayamıyorum
-Acaba bir hastalığın mı vardı. Ölmek üzere miydin? Acaba zihninde o zamana dair şeyler mi bu konulara ilgini sürdürmene neden oluyor?
-Bilmiyorum, olabilir tabii. Ama ölüm mevzusu her insanın hakkında düşünmesi, yüzleşmesi ve hesaplaşması gereken bir şey bence.
-Biliyor musun şu anda insan ömrünü rahatlıkla 300 seneye uzatılabileceğini söylüyorlar ama bu konuda henüz bir oylama yapılmadı.
-Oylama ile mi karar verilecek?
-Evet şu anda 150 yıllık yaşam süresine de oylamayla karar verilmişti. Belli bir yaştan sonra kişiyi genç halde tutabilmek için harcanan çaba arttığı için yapılan hesaplamalara göre en optimal süre 150 yıl çıkmıştı. Ama şimdiki gelişmeler yaşlanmayı çok daha masrafsız durdurma imkânı veriyormuş ve 300 yıllık bir yaşam, kişinin tecrübeyle topluma katacağı bilgilerin fazlalığı hesap edildiğinde son derece faydalı olmaktaymış. Bir sene içinde böyle bir oylama yapılacağı düşünülüyor. Üstelik yaşamın 150 yıla uzaması son 70 senede olduğundan, insanların büyük çoğunluğu ölmeden bir 150 yıl daha yaşama hakkı kazanacak.
-Ben ister miyim bilmiyorum
-Zaten bir zorunluluk yok, isteyenler için bir imkân olarak düşün. Özellikle bilim insanları ve sanatçıların daha uzun süre yaşamaları toplum için büyük bir kazanç. Zamanında Tesla’nın bir 200 yıl daha yaşadığını düşünsene, ya da Mozart’ın. Öyküne gelecek olursak sanki intiharla ilgili düşüncelerini üç kere dışsallaştırmanı ifade ediyor gibi. Yani intiharla ilgili düşünceleri olan biri var o sen değilsin ama o kişi de yazmıyor öyküyü, üçüncü bir varlık yazdırıyor. Hatta o da gerçek bir varlık olmayan bir varlık.
-Olmayan bir varlık değil, bu çatışmanın diğer tarafı. Başka bir varlıkmış gibi anlatması onunla yüzleşmek istememesinden. Kahramanın bu yanıyla yüzleşmek istemediğini böyle anlatabileceğimi düşündüm. Yani bu eylemi yaptıktan sonra bile bununla yüzleşmek istemiyor.
-Anladım. Epeyce katmanlı bir öykü ve içinde başka hususular da var. Yarın gene konuşuruz. Biraz uzanalım mı?
-Ben de onu diyecektim ama yatmadan evvel bir şey daha demek istiyorum. Ben sanırım yükleme yaptıracağım. Böyle farklı olmak yaşadığım dünyada oldukça zor gelmeye başladı.
-Senin kararın elbette ama seni böyle çok beğendiğimi söylemek isterim. Bence bu halinde oldukça farklı ve özel birisin. İnsanların birbirine çok benzediği bir dünyada herhalde en farklı olan sensin. Ama yarın konuşalım, olur mu? Seni çok özledim.
****
Ertesi sabah taksiye atlayıp işe gitti gene işini yapıp geri dönecekti ki, O aradı. Her gün gidip gelmek yerine kendisinin Antalya’ya gelebileceğini hatta isterse çalıştığı otelde kalabileceğini söyledi.
Gayet güzel olur böylelikle daha çok vakit geçirebiliriz, öğle yemeğini de beraber yeriz dedi.
Kadın oldukça neşeli ve coşkulu bir tarzda geldi, adama sarıldı.
-Sana güzel bir haberim var. İkinci öykün çok okundu ve birinci öykün de çok okunmaya başladı. Bir gün olmadan 100 bini geçti. Bundan sonra yazar olursan ben işimi zaten her yerden yapabiliyorum, bir ofise gitmeme gerek yok, sen de öyle yapabilirsin. İstediğimiz yere gider, istediğimiz yerlerde gezeriz. Bir yere bağlı olmamız gerekmez.
-Dün sana demiştim ya, yükleme yaptırmak istiyorum diye. Sürekli tablete bakmak, sizin gibi rahat iletişim kuramamak, bilgilere ulaşmak için zaman kaybetmek ama hepsinden önemlisi, diğer insanlara göre daha kıskanç, daha sahiplenici ve öfkeli olmak hoşuma gitmiyor. Sizlerle kıyasladığımda kendimi daha ilkel bir versiyon olarak görüyorum.
-Seni gayet iyi anlıyorum. Ben böyle kalmanı tercih ederim ama bu bencilce bir şey olabilir çünkü bir kere herkesten daha tutkulu sevişiyorsun, daha güçlü duyguların var ve bu hoşuma gidiyor. Evet kıskançlığın ve öfken beni bazen endişelendiriyor ama bence onu kontrol etmeyi öğreniyorsun.
-Bir de geçmişimle ilgili şeylere ulaşabilirim belki networkle bağlantı kurarsam.
-İstersen senin adına ben araştırırım.
-Hayır ben kendim araştırmak istiyorum, belki bir blogum vardı, belki bir yerlere bir şeyler yazmıştım. Yani nasıl biriydim ne düşünüyordum ne oldu da ailemden ayrılıp, dondurulmak istedim bilmek istiyorum. Belki networkten bir şeyler bulabilirim. Çünkü insanın eşi ve çocukları sağ iken kendini dondurup ileri bir tarihte yeniden canlandırılmasını ummak onlardan vaz geçebilmeyi gerektirir. Acaba onlara bir şey mi oldu da bunu yaptım. Ya da onlarla ilişkimiz mi bozuldu? Her ne olduysa öğrenmek istiyorum.
-Yani kendini daha iyi tanımak ve anlamak için ilişkilerinde neler olduğunu daha ayrıntılı bilmek istiyorsun.
-Evet, aynen öyle.
-O zaman neden bir ilişki bittiğinde bunu ayrıntılı olarak konuşmak istediğimi de anlıyorsundur artık.
-Tam olarak aynı şey değil ama bakış açını anlıyorum.
-İşten ayrılsam, öykü yazarak ve dünyayı dolaşarak yaşayabilirim yani.
-Evet mesela bu iki öyküden alacağın kredi 5-6 aylık her türlü ihtiyacını karşılamaya yeter, yılda 3-4 öykü yazsan gezip dolaşarak yaşayabilirsin.
-Bugün işten ayrılmaya karar versem, ne zaman bırakabilirim.
-Genellikle bir haftadır ama belki otelde acil ihtiyaç yoksa hemen bırakmana izin verebilirler.
-Gidip bir konuşayım o zaman
-Gerek yok ki, tabletinle bağlantı kurup iletebilirsin.
İşi bırakmak istediğini ve zaman bırakabileceğini sordu. Yarından itibaren serbest olduğu cevabını aldı. Ne hissedeceğini bilemedi. Sanki çalışmak, bir şeylere katkıda bulunmak ve iş arkadaşlarıyla kaynaşmak gibi planları vardı da bu hevesi kursağında kalmış gibiydi. Ama öte yandan da tamamen özgür olacak, dünyayı gezip dolaşabilecekti. Üstelik yazmak da çok hoşuna gidiyordu.
Acaba yükleme yaptırsa öykü yazma yeteneği bundan nasıl etkilenirdi. Ona bu öyküleri yazdıran bastırılmış güçlü duyguları ise, duyguları zayıfladığında öyküleri de daha yavan mı olacaktı?
Yarından itibaren serbestse ne yapmak, nereye gitmek istiyordu. Kadın beraber gezeriz demişti ama acaba ne kadar süre kendisiyle beraber olacak, ona ilginç ve farklı geldiği için birlikte ise bir süre sonra bırakacak, başka tecrübeler mi yaşayacaktı? Kendisi giderek daha çok bağlanıyor, daha çok seviyorken kadın için sadece değişik bir deneyim mi olacaktı? Bir de gençleşme işi vardı onu yaptırsa mıydı?
Kadın, daldın gittin, benden uzaklaştın dedi.
Hiç öyle yarından sonra nereye gitsek acaba diye düşünüyordum dedi.
BÖLÜM 11 GÜNEY AMERİKA
-Hep gitmek istediğin ama gidemediğin bir yer var mıydı?
-Birçok yer var aslında, ama senin de gitmek istediğin bir yere beraberce gidelim. Ne dersin?
-Ama sen söyle neresi olsun diye
-Güzel bir Güney Amerika gezisi hoş olurdu. Ekvador’dan başlar, Peru, Şili, aşağı kadar iner sonra tekrar kuzeye yönelir Arjantin ve Brezilya’ya gideriz. Ama özellikle And dağlarını ve Patoganya’yı görmek istiyorum. Bir de tabi Iguazu ve Machu Picu ile Nazca çizgileri.
-Ben söylediğin yerlerin bir kısmını gördüm ama bir kısmını görmedim. Ama seninle yeniden gezebilirim ya da bir bölümünde ayrılırız, sonra tekrar buluşuruz.
-O zaman Ekvador’a ne zaman uçalım.
-Yarın veya ertesi günü olabilir. Bu arada gençleşme işlemi yaptıracaksan gezi öncesi yaptırabilirsin, o bitince gideriz. Sen şimdiye dek hiç yaptırmadığın için uzun sürebilir.
-Yaptırayım sağlığım için de iyi olur, gezide bir sorun yaşamamış olurum. Dağa taşa çıkacak, hoplayıp zıplayacaksak da daha genç olmak iyi olabilir.
_ O zaman sen yarına hastaneden gençleşmek için randevu alabiliyorsan onu al ben de etrafı gezerim
-Benimle hastaneye gelmeyecek misin?
-Niye ki? Bir yardımım olacağını mı düşünüyorsun?
-Hayır yani refakatçi olarak.
-Yanında olmamı mı istiyorsun? Daha mı rahat edersin?
-Anladım çok istemiyorsun, gerek yok o zaman.
-Niye istediğini anlayamadım. Sana benim olmadığım bir yerde tedavi yapacaklar, ben dışarıda bekleyerek sana nasıl bir fayda sağlamış olacağım. Sen tedavi olurken benim bulunduğum yerin uzaklığının 100 m veya 5 km olması ne fark edecek anlayamadım.
-Yani bir şey olursa, yardım etmen gerekirse filan
-Bir şey olmaz, yardım gerekirse de orada ekip var, benim onlardan fazla yapabileceğim bir şey olma olasılığı yok ki
-Tamam o zaman
-Sen kırıldın galiba. Bir endişen mi var, korkuyor musun?
-Bilmediğim bir şey olduğu için, destek olman iyi gelebilir diye düşünmüştüm ama endişe edecek bir şey yok diyorsan tamamdır. Haklısın, sen de Antalya’yı gezip dolaşırsın.
Gençleştirme için gittiği merkez, bir önce kaldığı hastaneden daha büyük ve görkemliydi. Hastaneden çok, minimalist bir şekilde tasarlanmış bir saraya benziyordu.
Gittiğinde bekleniyordu zaten, kendisini karşılayıp, rahat geniş bir odaya aldılar. Bir hasta yatağı olması dışında güzel bir süit odaydı.
Acaba dışarıdan dikkat çekmemi engelleyemeye yetecek kadar gençleştirilebilir miyim? Yani 30 yaş olmasın da 35-40 arası olsa? Böyle olabiliyor mu? diye sordu kendisiyle meşgul olan doktora.
-Olur tabi, bunu ayarlayabiliyoruz. Zaten bir seferde 10 yaştan fazla gençleştirsek psikolojik uyumda da zorluk çekebilirsiniz. O yüzden 7 yıl kadar gençleştirelim o halinizle de dışarıdan çok dikkat çekmezsiniz. Bazı insanlar daha olgun gösterebiliyor, sizin de öyle olduğunuzu düşünürler.
Yapılacak işlemi ve sonuçlarını aktardılar. Merak edeceği şeyleri öğrenmişti, ek bir sorusu olmadığından işleme başladılar.
Damar yolu açıp çeşitli serumlar bağladılar. 4 saat sonra işi bitmişti, biraz daha dinç hissetmek dışında bir değişiklik fark etmedi. Gençleşme sürecinin 2 ay boyunca devam edeceğini ve yavaş yavaş ortaya çıkacağını söylediler. Herhangi bir ödeme yapması gerekmiyordu. Teşekkür edip hastaneden ayrıldı.
Akşam yemeğini Kaleiçi’nde yediler. Eski havasını koruyan ama diğer lokantalar gibi çalışan bir sürü lokanta vardı. Deniz gören açık bir lokantada güzel bir yemek yiyip, şehri dolaştılar. Bu arada ertesi günkü uçuşlarını ayarladılar.
Doğrudan Quito’ya uçacaklardı. Uçakları 6 kişilik otopilotla uçan, pilotsuz bir uçaktı. Zaten herkes asgari pilotluk bilgisine sahip olduğundan artık özellikle küçük taşıtlarda pilot kullanılmıyormuş. Uçuş 4,5 saat sürecekti. Sabah 8 de binip, aradaki saat farkından dolayı sabah 8:30 da ineceklerdi.
Taşıtta küçük bir araştırma ekibi vardı. Yüksek irtifada biyoçeşitlilik ile ilgili araştırmalar yapıyorlarmış. Şimdi de And dağlarına gidecek 6 ay boyunca kuzeyden güneye araştırmalarını sürdüreceklermiş. Dağlarda dolaşmak, vadilerde inip çıkmak, buzulların üstünde gezmek çok heyecan verici geldi ama sadece dağları değil, şehirleri de ormanları da merak ediyordu. Bir ara dağlara çıkmayı da gezi programlarına alsalar iyi olur diye düşündü.
Kito üç bin metreye yaklaşan yüksekliği ile ekvatora çok yakın olmasına rağmen pek sıcak değildi. İndiklerinde hava 23 dereceydi ve Antalya’nın sıcağından sonra gayet güzel gelmişti.
Havaalanında diğer yolculara vedalaşıp, şehir merkezindeki otellerine gittiler. Güzel bir duş alıp, kahvaltılarını yaptılar ve şehir turuna çıktılar.
Her tarafta İspanyol döneminden kalma kiliseler ve katedraller vardı. İki tanesini gezdiler. Kimi sütunlar ve bazen bir minber bazen bir sunak bazen bir şapel tamamen altından veya gümüşten yapılmıştı. İspanyollar Güney Amerika’ya gelip de altın ve gümüşün bolluğunu görünce buraları ele geçirip, altın ve gümüşe de el koymuşlar. Yerli halktan aldıkları altın ve gümüşlerle de onları etkileyip Hristiyan kalmalarını sağlamak için çok görkemli kiliseler yapmışlar. Hristiyan kalmalarını sağlamak için dedim, çünkü Hristiyanlığa geçmeyenleri zaten öldürüyorlarmış. O kadar çok insan öldürmüşler, o kadar çok insanı kılıçlarla doğramışlar ki, kimi rahipler sonunda Papa’ya yalvarmış “Yeter bunlar da insan artık öldürülmesinler” diye.
Güney ve Orta Amerika’da İspanyolların yaptığı vahşi katliamların makul bir gerekçesi yoktu. Yani oraları ele geçirmeleri, kaynaklarına el koymaları için bu kadar insanı kılıçtan geçirmeleri, zulmetmeleri gerekmiyordu. Bu tutum insanlık tarihi boyunca o kadar tekrarlamıştı ki, çıkan sonuç şöyleydi, insan yargılanmayacağını, eleştirmeyeceğini bildiği zaman, ötekileştirdiği, kendisinden daha düşük seviyede veya düşman olarak gördüğü başka insanların hiçbir hakkı yokmuş gibi keyfi davranabilmektedir. İnsanlık tarihi insanın insana yaptığı kötülüklerle doludur.
İspanyollar gelmeden evvel kendi hallerinde, kendi kültürlerinde belki çeşitli kabileler arası tahta kılıçlarla yapılan “savaşlar” yapsalar da birbirlerini çok fazla öldürmeden yaşayıp gidiyorlardı. Şimdi silahları kendilerinden daha güçlü olan küçük bir grup gelmiş, onları kesip duruyordu ve onları soyup, onların altınları ve gümüşleriyle, onlara kiliseler yapıyorlardı. Güya bu fatihler, sevgi dolu bir tanrının temsilcileriydiler.
İnsanın bu açgözlülüğü ve zalimliği nasıl kontrol altına alınamamış ve nasıl birden bir bıçakla keser gibi son bulmuştu. Şimdi bunları yapan insanlarla kendisi aynı türdeyken geri kalan herkes bir şekilde değişmiş ve şiddetten uzak insanlara dönüşmüşlerdi. Bundan dolayı utanç ve suçluluk duyuyordu ve bir gün kontrolünü yitirip de şiddete başvurursa diye korkuyordu.
Biraz açık havada gezelim mi dedi? Ekvator çizgisine gidelim, birimiz kuzey diğerimiz güney yarım kürede durup resim çektirelim.
Olur dedi kadın, ben de merak ediyorum.
Taksiye atlayıp 10 dakikada gittiler. Bir önceki yaşamında Afrika’da ekvator çizgisinde altında delik olan bir leğene su doldurup kuzey tarafla güney tarafta farklı yönde döndüklerine dair gösteri yapmışlardı. Şimdi bu tür şarlatanlıkların hepsi ortadan kalkmıştı. İnsanlar şaşkınlık içinde gerçek zannederek izliyorlar kendilerince yeni bir hakikati öğreniyorlardı.
Eskiden ne kadar çok yalan, efsane, mit, gerçek dışı şey vardı ve insanlar bunlara inanmaya ne kadar çok hevesliydi ve onların bu hevesini bilen şarlatanlar da onları kandırıp suistimal ederlerdi diye düşündü.
O günü başkent etrafında gezerek ve Güney Amerika tarihi hakkında yeni şeyler öğrenerek geçirdi. Diğer insanlar bu tür bilgileri zaten biliyorlardı, insanlar hemen her konuyu ana hatlarıyla biliyorlardı. İsteyen de kolaylıkla ayrıntıları öğreniyordu. Tam bir bilgi toplumu diye düşündü. Bu insanların bilgi düzeyini gördükçe ne kadar cahil olduğunu düşündü gene. Amerika’nın keşfi denen şeyin ne kadar vahşi ve acımasız bir işgal ve sömürü olduğunu böyle net bilmiyordu. Avrupalılar Afrika’da, Amerika’da yaşayan halkları, kurulmuş medeniyetleri daha üstün silah güçleri ile diz çöktürüp akla hayale gelmeyecek zulümler yapmışlardı.
Sonra önce iki büyük dünya savaşını anımsadı ve en son İsrail’in fütursuzca yaptığı katliamları ve o katliamlar karşısında Filistin’e destek olmak isteyen insanların çaresizliğini.
Acaba bu dünyaya katlanamadığı ve yaşanan sorunlara yönelik bir çare de göremediği için mi dondurtmuştu kendisini. Acaba ileride daha iyi bir dünya olur umuduyla mı yapmıştı bunu? Geçmişte kendisine dair kayıtlara ulaşmak için çaba sarf etmeye karar verdi. Mobil cihazı üzerinden en son anımsadığı 2024 yılına dair haberlere baktı. Belki bir şeyler çağrıştırır diye. Evet İsrail’in dünyanın gözü önünde yaptığı katliamların ne kadar dayanılmaz geldiğini anımsıyordu. Sonra dondurulma ile ilgili neler olduğunu araştırdı. İnsanları gelecekte çözünmek üzere donduran bir iki şirket varmış gerçekten. Ama bunlar tedavisi olmayan bir hastalığı olanlara bu işlemi yapıyorlarmış. Şimdi gayet sağlıklı olduğuna göre kendisi neden böyle bir şey yaptırdı ve şirket sağlıklı bir insana bunu yapmayı nasıl kabul etti. Belki bu şirketlerden bir şeyler öğrenebilirim dedi ama ikisi de yıllar önce kapanmış. Araştırmaya devam edecekti. Birden aklına geldi, pek ala bir blogu ya da web sitesi olabilirdi. Ya da bir yazısı, kendisi hakkında bir şeyler kalmış olabilirdi. Muhtemelen birçok şey zamanla silinmiştir ama belki sağda solda bir şeyler kalmış olabilir diye düşündü.
Networkle doğrudan bağlantı kurabilse belki daha kolay ve daha çok şey bulabilirdi ama böyle de bir şeylere ulaşabilirdi belki. Kadından istese belki kendisi ile ilgili paylaşmak istemeyeceği bilgileri öğrenmiş olurdu kadın. Gerçi istese kendisi de yapabilirdi ama bu insanlar başkaları hakkında onların iletmediği bilgileri öğrenmek için vakit harcamıyormuş. Bir keresinde kadına sormuştu, herkes networkle bağlantı kurabiliyor ve her şeye ulaşabiliyorsa insanlar birbiri hakkında karşı çok şey öğrenebilir diye. Kadın da insanların kendileri ile ilgili hangi bilgilere ulaşılmasına karar verebildiklerini ve istemedikleri bilgilere izin vermediklerini söylemişti. Ayrıca demişti, kimse başkasının arkasından onun söylemediği şeyleri öğrenmeye kalkmaz.
Ben kendim araştırayım, bir şey bulamazsam ondan yardım isterim dedi ve kendisinden bir iz aramaya başladı.
Çok çok şaşırdı. Hiç de uzun sürmeden bir blogunu buldu. Bir sürü yazısı vardı, ana sayfayı, sayfada yer alan başlıklarını görüyordu ama blog şifreliydi yazıları açamıyordu. En çok “ruzname” başlığı onu heyecanlandırmıştı. Açsa kendi geçmiş ile ilgili merak ettiği bir sürü şeyi öğrenebilirdi.
BÖLÜM 12 RUZNAME
Ruzname başlığı dışında en çok ilgisini çeken bir başka klasör, öyküler klasörüydü. Blogunun şifresini nasıl hatırlayabilirdi. Doğum gününü, çocukların doğum günlerini, bunların kombinasyonlarını denedi hiçbiri olmuyordu.
Öğle yemeğinden sonra Cotapaxi’yi görmeye gittiler. Eskiden sadece tepesinde olan kar her yanını kaplamıştı ve bir puro tüttürüyormuş gibi duman çıkarıyordu. Aşağıda otlayan yabani atlar vardı ve ulusal park görevlilerin ve dileyen misafirlerin kaldığı küçük bir bina ile bir kafeterya ve lokanta vardı. Çıkabildikleri kadar dağa tırmandılar, sanki yapılan işlemin etkileri görünmeye başlamıştı, eskisine göre artık daha geç yoruluyordu ve epeyce yükseğe kadar çıkabildiler, muhteşem bir manzara uzanıyordu aşağıda. Hemen yakında bir başka yanardağ vardı ve aşağıdaki platoda güzel bir göl vardı.
Kafeteryada sohbet ederken, kendisine ait bir blog bulduğunu ama şifresini anımsayamadığını dolayısıyla açamadığını söyledi.
Belki de şifresi içinde kendini güvende hissettiğin ya da olmak istediğin bir yerin adıdır ya da bir hayalinle, bir ütopyanla ilgilidir. Öyle denesene!
Aklına “The Dispossessed” geldi. Ursula Le Guin’in çok sevdiği kitabını şifre için seçmiş olabilirdi. “thedispossessed1974ULG” yi denedi ve blog açıldı.
Heyecandan eli ayağı titriyordu, en önce hangi klasörü açsa, neye baksaydı.
Öyküleri açtı, doğrudan günlüğünü açmaya hazır değildi henüz.
Şoke oldu gene. Çünkü yeni yazdığını sandığı öyküler orada duruyordu. Bir de hızlı yazabildiğini düşünmüştü. Demek ki öyküleri yazdığını hatırlamasa da öyküler aklında kalmış ve aşağı yukarı aynı şekilde yeniden yazmış. Sadece Kirazın Tadı öyküsünde öykünün başındaki ve sonundaki kısım yoktu. Öykü doğrudan “Sabah uyandığında her zamanki gibi hissetmediğini fark etti. Neyin farklı olduğuna dair hiçbir fikri yoktu.” Diye başlıyordu, bir anlatıcı yoktu. Ayrıca o zaman öykünün adını da Araf koymuş.
Evet, o zaman bu öyküleri yazdıysa dünyayla ve yaşamakla ilgili soruları en azından kimi sorunları olsa gerekti.
Başka öyküler de vardı ama şu öyküyü kadınla paylaşmaya karar verdi.
BÖLÜM 13 EŞYA
Âyine
İşten istifa edip bir daha dönmemek üzere kapıdan çıktığı an, gözünde işe ilk başladığı güne dair bir hayal geldi.
-Şaka yapıyorsun?
-Hayır, gerçekten ismim bu.
-Neden bu ismi koymuşlar?
-Anlamı şeyler demek, şeyin çoğulu yani. Babam da ne istiyorsa o olsun, ya da bir sürü şey birden olsun diye bu ismi koymuş.
-Başkasında hiç rastladın mı?
-Hayır rastlamadım.
Ayşe’nin işe başladığında tanıştığı ilk kişi O’ydu. Kendisinden 20 yaş kadar büyüktü ve çok tanıdık gelmişti. Şirket politikası gereği herkesin birbirine sen demesi konusunda zorlanacağını düşünmüştü ama daha ilk konuşmasında çabucak alışmıştı.
Kendisinden epeyce büyük olmasına ve amiri olmasına rağmen çok çabuk yakınlaşmış, çabuk içli dışlı olmuşlardı.
Ancak bir hafta sonra durum değişmeğe başladı, O’nun bazı şeylerinden rahatsız oluyor, çok rahat hissetmiyordu. En yakın arkadaşlarından birine şunları söylemişti:
-Bu kadında bir şeyler beni rahatsız ediyor ama tam tarif edemiyorum. Sanırım şu: Çabuk endişeleniyor ve endişelerini etrafa bulaştırıyor. Ufak bir şeyden paniğe kapılıyor ve hemen bize aktarıyor.
-Yani endişelerini kendi kendine yaşasın, size aktarmasın istiyorsun
-Evet içinde tutsa bizi de endişelendirmiş olmaz. O böyle yapınca ben daha da çok endişeleniyorum.
Giderek dikkatini daha çok O’na vermeye, onu sürekli gözlemleyip analiz etmeye başlamıştı.
Bir sonraki konuşmalarında şunları anlatmıştı.
Çok sabırsız. Bir şey söylüyor, yapın diye. Saat başı arayıp “Ne yaptınız ne zaman biter?” diyor. 3 günde bitecek bir işi 30 kere soruyor. Duramıyor, dayanamıyor. Ya olmazsa, bir aksilik çıkarsa diye endişelenip ne durumda ne kadar ilerledi diye sormadan edemiyor. Çıldıracağım bu gidişle.
Bir başka seferde ise şunları anlatmıştı
Her şey kendi bildiği gibi olsun, kendi istediği gibi, kendi istediği anda ve kendi istediği yoldan yapılsın istiyor. Bir iş verdikten sonra sürekli müdahale ediyor.
Her gün en yakın iki arkadaşına gözlemlerini ve yakınmalarını anlatıyordu. Sürekli onu düşünüyor, onun hakkında çözümlemeler yapıyor ve giderek daha çok nefret ediyordu. Her şeyi kendisine batar olmuştu. Artık adeta onunla yatar, onunla kalkar olmuştu.
Birgün telefonda oynarken bir fotoğraf filtresi programı gördü, program fotoğrafları gençleştiriyor ya da yaşlandırıyordu. Bir selfie çekip 40 sene sonra nasıl olduğuna baktı, hala alımlı görünüyorum diye rahatladı, sonra 15 yıl genç haline baktı, gerçekten o dönemdeki fotoğraflarına tıpa tıp benziyordu. “Ohaa çok iyi yapmışlar ya” dedi. “Dur bakayım 5 sene sonra nasıl olacağım” dedi: Çok bir değişiklik yoktu bir iki kaz ayağı o kadar. İşten apar topar istifa etmesine neden olan şeyi yaptı sonra. 20 yıl sonra nasıl olacağım diye baktı.
Gördüğü resme inanmadı, yeni bir selfie çekip yeniden denedi, gene aynıydı, bugünlerde çekmiş olduğu birkaç başka fotoğrafı denedi, sonuç değişmiyordu. 20 sene sonraki hali birebir, aynen Eşya Hanım’dı.
Onun gibi mi olacağım yani diye düşündü, hayır o kadar rahatsız olduğu bu kişiye dönüşmek istemiyordu. Yol yakınken ayrılayım dedi ve zaten o günlerde gelen bir iş teklifini içine çok sinmese de kabul edip, işten ayrıldı.
Yeni işe başladığında eski işine dair bir şey konuşurlarken, yeni müdürü o şirketi de orada çalışanları da tanırım deyince Eşya Hanım’ı da biliyor musun diye sordu.
“Kim ki O” dedi müdürü.
“İşte bizim bölümün müdürüydü”
“Allah Allah herkesi tanırım ama öyle biri yok orada” dedi.
Biri “nasıl olmaz var”, diğeri “çok iyi biliyorum yok” dedi birkaç kez, sonunda aramaya karar verdiler şirketi.
Kendisi arayıp, sesi mikrofona verdi, Alo ben Ayşe, beni tanıdınız mı?
Elbette Ayşe Hanım, buyurun kiminle görüşmek istiyorsunuz
Eşya Hanım’la.. Bizim bölümün müdürüyle
Sizin bölümün müdürü sizdiniz, Eşya Hanım diye biri yok ki. Hem o nasıl isim öyle. Öyle biri olsa muhakkak biliriz.
Artık otele dönmüşlerdi, kadın öyküyü okuyup seni giderek daha çok tanıyorum dedi.
-Sanırım kendimizde hoşlanmadığımız şeyleri başkalarında görüp nefret ederek bunlar bizde yokmuş gibi davranma eğilimimize güzel bir örnek olmuş. Ama beni daha çok ilgilendiren kısmı acaba bu özellikler sende pek görülmediğine göre, muhtemelen sen burada söz konusu edilmeyen bazı hoşuna gitmeyen özellikleri başkalarına yansıtıyorsun da acaba bunlar neler?
-Diğer öykülerle beraber düşündüğümde umutsuzluk olabilir. Sakladığım şey bu olabilir.
-Hiç umudu olmayan yazmaz. Yazmak bir umudunun olduğunu gösterir. İnsanlara bir şey anlatmak niyetiyle oturup emek çekmek için en azından bazı şeyleri değiştirebileceğine, belki bir iki kişide de olsa bir şeylerin farkına varılmasını sağlayabileceğine dair bir umudun olmazsa yazmazdın. Ama belki de yazmak senin son umudundu. Yazarak bu umuda tutunmaya çalışıyordun ama aynı zamanda da umutsuzluğu da yaşıyordun. İçinde umuda kapılmakla umutsuzluk arasında bir çatışma vardı.
-Günlüğüne bakacak mısın?
-Bu gece bakarım diye düşünüyorum.
Akşam yemeğinden sonra kadın biraz yorulduğunu ve erken uyuyacağını söyledi. Artık günlüğü açma vakti gelmişti.
BÖLÜM 14 GÜNLÜKTEN
Günlüğü yıllara göre tasnif edilmişti ayrıca bir gezi günlüğü de vardı. Şimdi hatırlamasa da zamanında bir Güney Amerika gezisi yaptığını ve bazı notlar almış olduğunu gördü. Acaba aslında gezdiği bir coğrafyaya neden tekrar gelmek istemişti? Anlarız deyip, günlüğü karıştırmaya başladı.
Bir sonraki durakları Peru tarihine dair öfkeli satırlar yazmış. İspanyolların bu topraklarda yaptığı katliamların, zulümlerin diğer İspanyollar tarafından nasıl kabul edilebildiğini anlamadığını yazmıştı.
Bir de şöyle bir yorum yapmış olduğunu gördü: Sanki insanların libido ve saldırganlık yanına başka bir temel dürtüsü daha var. Yer edinme dürtüsü. Bulunduğu toplumda ve bu dünyada iyi bir yer edinme çabası. Üstünlük elde etme isteği. Bir yanıyla başkalarına kıyasla daha değerli ve güçlü olma çabası bir yanıyla da diğerleri tarafından kabul gördüğünü ve onaylandığını ama en iyisi gıpta edildiğini deneyimleme çabası.
Mesela birtakım insanlar, başkalarına eziyet ederek, katlederek ülkeye yeni topraklar katıyor ve zenginlikler getiriyorlarsa, o devletin yöneticileri ve halkı bunları sorgulayamıyor çünkü diğer milletlere gör daha güçlü ve zengin bir hale gelme ve başkalarından üstün olma imkanı veriyor. İspanyollar keşif ve fetih adı altında dünya üzerinde daha doğal bir yaşam süren halkları köleleştirerek ve yağmalayarak, Avrupa’daki güçlü krallıkların yanında nispeten zayıf görünümlerinden kurtulmuş, dünyanın sayılı ülkelerinden biri haline gelmişlerdi.
Amerika’nın keşfinden önce, İspanya Krallığı Avrupa’da önemli ama tam anlamıyla baskın olmayan bir güçtü. İspanya, 1492’de Kristof Kolomb’un Amerika’ya ulaşmasıyla birlikte büyük bir fırsat yakaladı. Bu keşif, İspanya’nın denizcilik faaliyetlerini ve ekonomik gücünü hızla genişletmesini sağladı. Keşifler ve Amerika kıtasının kolonizasyonu sayesinde İspanya, kısa sürede Avrupa’nın en zengin ve güçlü krallıklarından biri haline geldi. Yeni Dünya’dan gelen altın ve gümüş akışı, İspanya’nın ekonomik gücünü büyük ölçüde artırdı ve İspanya, 16. yüzyıl boyunca “Habsburg İspanyası” adı altında Avrupa’da ve dünya genelinde etkili bir imparatorluk kurdu.
İngiltere, Fransa ve İspanya başta olmak üzere bir çok Avrupa ülkesi, dünyanın geri kalan bölümünü sömürgeleştirmek ve yağmalamak için bir birleriyle yarıştılar. Büyük katliamlar yaparak, gittikleri ülkelerdeki uygarlıkları ve yapıları yok ederek zenginleştiler. Belçika Krallığının Kongo’da yaptıkları vahşetin örneği çok az olmasına karşın insanların çoğu tarafından bilinmediği gibi böyle şeylere pek aldırış da etmezler. Olan olmuştur.
Keza daha yakın zamanda Ruanda’da çoğunluğu oluşturan kabile, azınlıkta olanlardan buldukları herkesi palalarla, süngülerle vahşice öldürmüş olmasına rağmen dünya buna da çok aldırmamış, üzerinde durulan bir şey olmamıştı.
İnsan saldırganlığı kendini gerçekleşitrecek koşullar ortaya çıktığında hiçbir hayvanla kıyaslanmayacak kadar vahşi bir boyut alabiliyordu.
İnka İmparatorluğunun ele geçirilmesi ise şöyle olmuştu. Panama’dan yola çıkan Pizzaro,169 kişilik bir birlikle Peru topraklarına geldiğinde İmparatorla barış görüşmesi yapmak istediğini bildirmiş.
Yerel halk İspanyollarla karşılaştıklarında ve ilk kez at gördüklerinde çok şaşırmışlar. Bunların bir çeşit daha üstün bir ırk olduğunu ve tanrı tarafından yollandığını düşünmüşler. İnka inancında insanın sürekli yenilendiği, tanrıların arada yeni insanlar yapıp, eskilerini tedavülden kaldırdığına inanılırmış. İnka dinine göre Hava Tanrısı Viracocha ilk olarak dünyayı, ardından insanları yarattı. Ancak ilk yarattığı insanlar kötü, ahlaksız ve saygısız oldular. Bu yüzden Viracocha onları yok etti ve daha sonra yeni bir insan ırkı yarattı. İnka dinine inanalar, Viracocha’nın bunu tekrar yapacağını, mevcut insan türünü de ortadan kaldırıp daha iyi bir insan türü yaratacağına inanıyorlardı.
Alimlerin gelecek yeni üstün ırka dair yaptığı tanımlamalar da İspanyollara benziyormuş. Yüzlerinde kıllar olacak ve daha iri olacaklar, bir şeyin üstünde gelecekler vb.. Belki de bu insanları tanrı yollamıştır diye İmparatorun da kafası karışıkmış. Bu yüzden onlara saldırıp yok etmek yerine görüşme taleplerini kabul etmiş.
Son İnka İmparatoru Atahualpa, Francisco Pizzaro ile barış görüşmesine gittiğinde arkasında çeşitli kaynaklarda ifade edildiğine göre 40-80 bin kişilik bir ordu varmış, buna karşılık İspanyolların sayısı ise 169 kişiymiş. İspanyollar atlı ve zırhlıymışlar, yanlarında iki tane küçük top ve tüfekler ile iki de şahin varmış.
Atahualpa, ordusunu beklemede bırakıp az sayıda askerle Pizzaro ile görüşmeye gitmiş ama Pizzaro barış görüşmesine gelen İmparatoru esir almış ve beraberinde gelen korumaları da idam etmiş.
İmparator’u esir aldıktan sonra yeterince altın ve gümüş verirse onu serbest bırakacağını söylemiş, İmparator’un yaklaşık 2000 ton altın ve 4000 ton gümüş vermesine rağmen serbest bırakılmamış. Pizzaro İmparatoru 3 yıla yakın bir süre boyunca bir hücrede esir tutarak onu bir kukla kral olarak kullanmış ve İnkaların saldırmasını engellemiş, dağılan İnka Ordusunun artık bir tehdit oluşturmayacağını düşündükten sonra onu yargılamış ve onu 12 ayrı suçtan suçlu bularak canlı canlı yakılarak idama edilmeye mahkum etmiş. İmparatoru öldürdükten sonra meşruiyetini artırmak için İmparator’un kız kardeşi Quispe Sisa ile evlenmiş ve ondan bir çocuk sahibi olmuş ama daha sonra Prensesi askerlerinden biriyle evlendirmiştir.
İspanyollar, yerli halkı Hristiyanlığa davet ediyor ve kabul etmeyenleri kılıçlarla doğrayıp öldürüyorlarmış. Sonunda Hristiyanlığı kabul etmeyen herkes öldürülmüş, sadece İspanyolların ulaşamadığı kırsal, dağlık alanlardaki yerli halk daha uzunca bir süre Hristiyan olmamış.
İspanyollar Peru’ya geldiklerinde İnka İmparatorluğunun yaklaşık 20 milyon nüfusu varken, beş sene içerisinde İspanyolların getirdiği başta çiçek olmak üzere virüs hastalıkları ve katliamlar sonunda İnka İmparatorluğu sınırlarında yaşayan insan sayısı 2 milyona kadar düşmüş.
Bu kadar insan sadece altın, gümüş gibi değerli madenler başta olmak üzere bir uygarlığın yağmalanması için öldürülmüştü. Tüm bunlar onlara “doğru dinin” götürülmesi kılıfı altında yapılmıştı.
Günlüğünde Güney Amerika gezisine dair notlarını çok okuyamadı, içi daraldı tekrar ve günlüğünün sonuna doğru olan sayfalara bakmaya başladı.
Türkiye’deki olaylardan bahsediyordu. Diyarbakır’da sekiz yaşında bir kız çocuğu aile bireyleri tarafından öldürülmüştü. Olay ne hakkıyla soruşturulmuş ne de gerçekler ortaya çıkabilmişti.
Günlüğünde şu satırları okudukça o günlere geri döndü: “Son yıllarda kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve katliamlar çok arttı. Bir olayın dehşeti bitmeden yeni bir olaya uyanır olmaya başladık. Bir gün uyanıp da rahat bir nefes almamız mümkün olmuyor ya kadınlara ya çocuklara olmazsa hayvanlara yönelik bir işkence ve katliam haberiyle karşılaşıyoruz. Üstelik meselenin çözümüne dair somut bir adım da atılmadığı gibi sorunun nedenlerine dair sağlıklı bir tartışma da yapılamıyor. Herkes en çok neye kızıyorsa, tek neden olarak onu ileri sürüyor, diğer etkenlerin önemsiz olduğunu iddia ediyor. Hatta diğer etkenlerden bahsedenlerin katliamları desteklemiş olacağını iddia edenlere rastlanıyor. Öfkeli ama bir o kadar da kendi ideolojik bağlanmalarına saplanmış yığınlar meseleyi sağlıklı bir şekilde ele alamıyor, işe yarayacak çözümler sunamıyor. Şiddete karşı en öfkeli gruplar, faillere daha ağır cezalar hatta idam gibi şiddetin en ağır biçimlerini öneriyor. Sanki bazı kimselere ne kadar öfkeli olurlarsa şiddetten o kadar azade olacaklarını sanıyorlar. Oysa şiddet hepimizin içinde ve çare bu şiddeti küçük yaştan itibaren köreltmek, ehlileştirmektir. Şiddet uygulayanların azımsanmayacak bir çoğunluğu bizzat ebeveyn şiddeti mağdurudurlar ve bu şiddet nesilden nesile bu yolla aktarılır. Bu şiddet zinciri ancak şefkat ve sevgiyle kırabilir. Ama insanların öfkesi çözüm yerine öfkelerinin yatıştırılmasını önceliyor, bir tarafta failleri aklama diğer tarafta ise en ağır şekilde cezalandırma arasında toplum kutuplaştığından sağlıklı bir çare de bulunamıyor.”
Şimdi hatırladığı gibi kadına, çocuğa, hayvanlara yönelik vahşet ve katliamların ardı arkası gelmiyordu. Hem bu olaylar hem de bu olaylara insanların tepkileri ağır bir depresif ruh haline sokmuştu kendisini.
Belki de bunlara artık dayanamadığı ve bir çözüm de göremediği için kendisini dondurtmuştu.
Günlüğüne son olarak 10 Ekim 2024 de bir şeyler yazmış. Onlar da 10 Ekim katliamına dair şeylerdi. “Seçimi kazanmak mümkün olur diye şiddete göz yumulmuş, IŞID isimli terör örgütünün ülkede terör fırtınası estirmesine adeta davetiye çıkarılmıştı. Bunun sonunda da insanlar istikrarı sağlar diye gidip iktidar partisine oy vermişti. Yapılan toplum mühendisliği çalışmış, insanlar gene beklendiği gibi davranmıştı. İşin daha acıklı yanı, katliamda hayatlarını kaybedenlerin çoğunluğunu Kürtlerin oluşturması dolayısıyla başka türlü tepki gösterebilecek birçok insan sesini çıkarmamış ya da aldırmamıştı.”
Pek yaşanası bir zaman değilmiş gibi düşündü. Muhtemelen tüm insanı şiddettin son bulduğu bir gelecek zamanı ümit etmiş ve belki öyle bir zamanda uyanırım diye hayatını askıya almıştı. Ama ailesinden nasıl vaz geçebilmiş, eşini ve çocuklarını nasıl geride bırakabilmişti.
Günlüğünde bunlara dair bir şeyler aradı ama okudukça daha çok toplumsal olaylardan, siyasetten, tarihten bahsettiğini, kendi içsel meselelerine ve çatışmalarına dair pek bir şey yazmamış olduğunu gördü.
Belki de başka bir klasöre yazmıştı bunları. Ya da işin sırrı satır aralarındaydı. Anlayacaktı zamanla, görünen o ki daha 100 sene kadar bir ömrü vardı ve barış içinde geçecekti.
Günlüğüne dalmış ve vakti geçirmiş, sevgilisi uyumuştu bile, kalkıp bir duş aldı ve yatıp uyudu.
BÖLÜM 15
Sabah uyandığında Peru’ya tekrar gitme isteği azalmıştı, günlüğünü okudukça daha önceki hatıraları canlanmıştı. Sonra belki de Peru’nun şimdiki halini görmek ilginç olabilir dedi.
Kız arkadaşına bakındı, yoktu, acaba duş mu alıyor diye düşündü ama odadan herhangi bir ses gelmiyordu. Herhalde kahvaltıya inmiştir bunlar böyle dedi içinden. Ne sorarlar ne beklerler. Hızlıca hazırlanıp kendisi de kahvaltı salonuna indi kız arkadaşı bir grup insanla kahvaltı ediyordu. Kendisini görünce seslendi, gidip yanlarına oturdu. Edebiyatçı bir grupmuş. Çeşitli ülkelerden yazar ve editörlerden oluşan bir grupmuş.
Gidip tanışınca öykülerini okuduklarını söylediler. Marquez’in hemşehrisi olan bir yazar, farklı bir tarzın var dedi. “Hikaye, sekanslardan oluşur, yani öyle yazılması beklenir ama sen sahneler yaratmak yerine diyalog veya düşüncelerle geçiştiriyorsun. Bir yanıyla okuyucu gözünde sahneleri canlandırmadığı için özdeşim kurmakta ve olayın içinde girmekte zorlanır ama öte yandan da oldukça kestirme bir yol gibi, ayrıntılarla uğraşmayıp okuyucu ana meseleyle baş başa bırakıyorsun. Ayrıntılara sığınma, oradaki yan konulara dalma gibi kaçış olanaklarını elinden alıyor tam da anlatmak istediğin şeyle yüzleştiriyorsun. Yazdıkların bildiğimiz anlamda öyküden çok felsefi ya da politik metinlere daha yakın. Sanki çeşitli meselelere dair bakışını öykü kılığında anlatıyorsun gibi. Bir de derinde psikolojik analizler var, belki tam olarak şöyle tanımlanabilir. Psiko-felsefik öyküler. Bence eski dünyada klasik stile uymadığı için tutulmazdı ama kimi yeni dünya yazarları arasında görülen bir eğilim. Sadece güçlü duygular uyandırmaya çalışmıyorlar aynı zamanda önemli tartışmalar açıyorlar. Resimde ekspresyonistlerin yaptığını edebiyatta yapmak gibi. Bazı öykülerin Edvard Munch resimlerine benziyor.
“Öykülerimi ve anlatmak istediklerimi ne kadar hızlı ve derin kavrıyorlar. Ben sanıyordum ki sadece kız arkadaşım böyle. Bu insanlarla edebiyattan, sanattan hayattan konuşmak ne kadar ilginç olur” diye düşünüp heyecanlandı.
Yazar belki tarzını kendisine çok yakın hissetmemişti ama ne yapmak istediğini kavrayabilmiş ve anlamıştı. Dünya ne kadar değişmiş ne kadar güzelleşmiş diye sevindi. Kendisi de dahil özellikle son yıllarda herkes ne kadar eleştirel ve yargılayıcı olmuştu. İnsanlar sürekli birilerinin kusurlarını arayıp, birilerini linç etmeye çalışıyorlar, gerçekten birbirini anlamaya pek çaba sarf etmiyorlardı. Sanki dünya bir narsisistik açlık krizine girmiş, elinden gelen herkes başkasını küçük görmeye ve kendini önemsetmeye çalışıyordu.
Hiçbir konu, anlama çabası ile ele alınıp çözümlenemiyordu. Önyargılar, tartışmayı kazanma ve alt etme, galip gelme arzuları ve öfke hızlı bir biçimde her tartışmaya sızıyor ve herkes başlangıçtaki fikrinin ne kadar doğru, diğer türlü düşünenlerin ne kadar kötü niyetli olduğu inancını pekiştirerek tartışmayı bırakıyordu.
Fikir alışverişleri başkalarından bir şeyler öğrenmeyi değil başkalarına kendi kalıp düşüncelerini ve dogmalarını dayatmayı amaçlıyordu.
Gruptan başka biri “Sizin yazdıklarınız eski dünyayı, dolaysısıyla geçmişimizi ve nihayetinde de insanı daha iyi anlamamıza katkıda bulunacak diye düşünüyorum. Öykü yazmaya başladığınızı öğrenince çok sevindim ve takibe aldım, yayınladığınız her şey bana anında haber verilecek. Ayrıca bunlar hakkında sizinle tartışmak da isterim.” dedi.
Çok mutlu oldu. Ayrı dünyalardan da olsalar aynı dilden konuşan insanların varlığı yepyeni bir pencere açmıştı önüne. Daha doğrusu uzun zamandan beri ilk kez insanlarla daha yakın olma isteği hissetmişti. Uzun zamandan beri, yani ilk gençlik yıllarından hemen sonra insanlarla çok yakın olmaktan hoşlanmadığını anlamıştı.
Derinlemesine bir şey konuşulamıyordu, sulandırmalar, esprilerle geçiştirmeler, konu değiştirmelerle sohbetler oldukça yüzeysel bir düzeyde sürdürülüyor, basit bir tüketim toplumu bireyi gibi davrandıklarını fark edip bunu değiştirmeye çalışmıyorlardı.
Okuyan insan sayısı çok çok azalmıştı, insanlar mümkün olan en kısa videoları saatlerce izleyip beyinlerini uyuşturmayı, bir araya geldiklerinde de sahip oldukları ya da tükettikleri şeyleri kıyaslamayı yaşam biçimine çevirmişlerdi.
Çocuklarıyla da zaman zaman bu konularda anlaşamadığını anımsadı. Kendisinden marka bir şey istediklerinde üzülüyordu. Kendilerini başkalarının gözünde daha değerli hissetmek istiyorlar ve giydikleri ayakkabı markasının başkalarının değerlendirmelerini etkileyeceğini, kendilerinden de yola çıkarak emin oluyorlar ve en iyi markaları giyip en değerli olmak istiyorlardı ya da en azından kötü markalar giyen düşük statüdeki biri olmak istemiyorlardı.
Bunu gayet iyi anlıyordu ama istiyordu ki çocukları bunu aşsın. Bunlara ihtiyaç duymasınlar bunlara aldırmasınlar. Ama yaşadıkları atmosferde bunu başarmanın çok zor olduğunun da farkındaydı. Kendileriyle konuşmaya çalıştığında da yaptıklarını anlamak yerine o markaların gerçekten diğerlerinden farklı ve kaliteli olduğunu o yüzden istediklerini, yoksa markacı olmadıklarını söylüyorlardı.
Üstelemiyordu. Ama üzülüyordu böyle olmasına. Biraz önce yazarın söylediği geldi aklına. Evet bu meseleyi, bir sahne biçiminde yazmaktansa, zihinsel bir tartışma ve düşünceler biçiminde yazmayı daha çok seviyordu. Çünkü böylelikle doğrudan, damardan konuya girebiliyor, ayrıntılarla anlatmak istediği şeyi seyreltmemiş oluyordu. Ama elbette insanlar hikâye okumayı ve hikayelerden hisseleri çok düşünmeden almayı sevebiliyorlardı. Onun da kendine özgü bir tadı vardı ve zaten edebiyat denen şey de buydu.
Tanıştığı bu kişilerin yazdıklarını okumaya büyük heves duydu, gayet iyi anlaştığı bu insanların eserleri ile de iyi bağ kurabileceğini düşündü
Temamişah isimli bir yazar ölüm hakkında şeyler yazıyordu. Ona göre hayatın önce 150 yıla çıkmış olması sonra da 300 yıla çıkma olasılığı insanın ölümle yüzleştirmesini kolaylaştırmamış daha da zorlaştırmıştı. Ölüm artık iyice insandan uzaklaşmış, daha kolay yokmuş gibi yapılan bir şeye dönüşmüştü. Öte yandan da hayatın uzaması hayatı daha kıymetli yapmış, ondan vazgeçmek daha zorlaşmıştı. Öyküleri de romanları da bununla ilgiliydi ve genellikle şoke edici özellikler taşıyordu.
Sohbet o kadar uzadı ki öğlen oldu. Ne güzel böyle sohbet etmek dedi. İnsanlar hep böyle mi diye merak etti. Söyleneni, anlatılmak isteneni anlıyorlar, anlayarak iletişim kuruyorlar, gerçekten merak ediyorlar ve samimiler. Amaçları polemik yapmak değil fikir alışverişi, size fikrinizin yanlış olduğunu göstermeye çalışmıyorlar, ne düşündüğünüzü, nasıl düşündüğünüzü anlamaya çalışıyorlar. Sonra da kendi fikirlerini anlatıyorlar ama “bak ben haklıyım” demeye çalışarak değil.
Kendi fikirleri, söyledikleri şeyler gurularının bir parçasını oluşturmuyor, yanıldıklarını gördüklerinde kendilerini kötü hissetmiyorlar aksine bir hatalarını düzeltme şansı yakaladıkları için memnun oluyorlar.
Bizim zamanımızda da insanlar böyle konuşsalardı keşke dedi, ben de insanlarla daha yakın olurdum belki.
O gece bir vadide bir volkanın eteklerindeki küçük bir otelde kalmaya karar verdiler, yemyeşil vadilerden, akarsulardan geçerek otele vardılar. Çok sakin ve ücra bir yerdi. Etrafta başka binalar, kimseler yoktu. Yemyeşil bir vadide küçük bir otel. Kadın buraya yazarlar, düşünürler, sanatçılar gelir sık sık. Burada kitap yazar veya resim yaparlar.
Otelin bahçesinde ağaçların altında akşam yemeklerini yediler, bir yandan da aklı günlüğündeydi. Sevgilisi yemekten sonra biraz çalışacağını söylediğinde o da günlüğünü karıştırmaya başladı.
Eski yıllarda da çeşitli yazılar yazıyormuş meğer.
Kötü bir şeye denk geldi ve kadına da okumak istedi.
Gençliğimde yazdığım bir şey buldum, belki senin de ilgini çeker, dinlemek ister misin dedi.
Olur ben de mola verecektim zaten dedi kadın.
Okumaya başladı:
“Toplantıya çağrıldığımda gergin bir durum olduğunu anlamıştım ama konuyu bilmiyordum. Her zamanki gibi daha önce kullanmadığımız bir adreste ve bir gecekondu bölgesindeydi. Üniversite örgütünden dört arkadaş vardı. Bir masanın etrafında toplanmış, gergin ve huzursuz oturuyorlardı. Üniversite sorumlusu olan Mahmut bacaklarını sallıyor, bıyıklarını çekiştiriyordu.
Küçük tüpün üzerindeki çaydanlıktan bir çay alıp oturdu. Mevzu nedir neden toplandık dedim. Üniversite sorumlusu, örgütteki kişilerin küçük burjuva alışkınlıkları hakkında yeterince mücadele edilemediğini geçen toplantıda da söylediğini ama bir ilerleme görmediğini ifade etti. Ayrıca, farkındaysanız Okul komitesinden Fikri Arkadaş aramızda değil, çünkü bizzat kendisinin de küçük burjuva tavırları artarak devam ediyor ve kötü örnek olduğunu söylememe rağmen düzeltmiyor. Ben artık basit bir düzeltilmesi gereken durum olmadığını, bunun bir karşı devrimci pozisyon olduğunu söylemek zorundayım. Hatta polise çalışıyor olabileceğinden şüpheleniyorum. Son gözaltı deneyiminden sonra sanki değişti.
-Ne gibi davranışları var.
-Alkol kullanıyor ve söylememize rağmen kullanmaya devam ediyor
-Başka?
-Örgütün onaylamadığı bir kadınla görüşüyor
-Bunlar mı?
-Pahalı lokantalarda gidiyor.
-Ne kadar pahalı
-İki kere Saray Muhallebicisi’ne bir kere de Gezi Cafe’ye gitti.
-Biz nereden biliyoruz?
-İzliyorum ve bir arkadaşa izletiyorum.
-Yakın bir arkadaşımız, izlemeden önce keşke daha önce bizimle konuşsaydın.
-Önce biraz delil toplayalım, sonra söyleriz dedik.
-Senden başka bilenler var yani
-Sadece Ulaş Yoldaş biliyor. Ona söyledim. Tek başıma karar almak istemedim ama herkesi de tedirgin etmek istemedim.
-Suçlamaya dair kanıtlarınız bunlar mı? Alkol kullandığı, örgütten ayrılan kız arkadaşıyla görüştüğü ve orta sınıfın gittiği lokantalara bir iki kez gittiği.
-Basit bir şeymiş gibi söylüyorsun ama evet bunlar görünen tarafı. Bence bunlar onun bir devrimci olmadığını ve devrimci gibi davranmadığını gösteren şeyler. Ya işkenceden sonra korktu ve fikirlerinden uzaklaşmaya başladı ya da polisin hemen herkesi zorladığı işbirlikçiliği kabul etti.
-Birçoğumuz gözaltından sonra durgun, moralsiz, kötü olmadık mı, yalnız kalmak istemedik mi? Ne var bunlarda? Ben onun tavrından bunlardan daha fazla bir şey görmüyorum.
-Aslında arkadaşlar onu burada gözaltında tutuyor, beraber sorgulayalım diye çağırdım. Beraber sorgulayalım, bir şeyi olmadığına emin olursak, tamam sen haklıymışsın derim.
-Ne zamandır burada tutuyorsunuz?
-Üç gün oldu
-Dayak filan atmadınız umarım ya da aç uykusuz bırakmadınız
-Dayak atmadık ama korkutmuş olabiliriz.
Lütfen yanına gidelim de bu iş bitsin artık.
Diğer odaya doğru yürüdüler, aralıktan Fikri’yi gördü. Elleri ayakları ve gözleri bağlı yerde kirli bir zeminde yatıyordu.
-Nedir bu Allah aşkına, poliste gördüklerinizi arkadaşlarımıza mı yapıyorsunuz?
-Sana polisle iş birliği yapıyor diyorum, sen neyden bahsediyorsun?
-Lütfen bağlarını çözelim, böyle konuşulur mu?
-Bağırırsa, yerimizi belli ederse ya da kaçarsa, hepimizi polise bildirirse bunun sorumluluğunu alacak mısın?
Ne yapacağını bilemedim ya dedikleri doğruysa, gerçekten polisle iş birliğine başladı ve muhbirlik yapıyorsa diye tereddütte düştüm. Nasıl bir tutum alacağını bilemedim.
Lütfen kötü bir şey yapmayın dedim ve ben içeri girmedim. “Ben dışarıda bekleyeceğim, bir daha söylüyorum, kötü bir şey yapmayın” dedim.
İçeriden bağırışlar, öfkeli sesler geliyor, haydi anlat niye diye başlayan cümleler duyuluyordu
Daha fazla katlanamayacağını düşünüp, çekip gittim.
Sonra aradan yıllar geçtikten sonra bir gün çalıştığım radyoda sohbet programı yaparken, Fikri aradı. Adını soyadını söyleyince hemen anımsadım, selam verdim. Fikri “beni hatırlıyor musun?” dedi
Evet hatırlıyorum dedim.
Program bitince geleyim bir çay içer miyiz dedi.
Gelince bir çay ocağına gittik, belki eski alışkanlıktan. “Polis filan değildim ben ama o günden sonra daha da uzaklaştım ve sonunda zaten her örgüt gibi biz de dağıldık.” dedi.
Böyle bir şey buldum günlüğün içinde ama bu bir öykü taslağı mı, yoksa gerçek bir anı mı anlayamadım dedi. İnşallah öyküdür, anıysa arkadaşımı böyle bırakıp gittiysem çok ayıp bu yaptığım.
BÖLÜM 16
Günlüğünü okudukça bazı şeyleri hatırlamaya başladı. Evet, bir ara bir örgüt içinde yer almış, hatta daha sonra, hayatının son yıllarında da gizli bir örgütün kuruluşunda bulunmuştu. O zamana ait gizli kapaklı, şifreli notlara baktıkça, hayatının son yıllarında bir örgüt kurmuş olduğunu anımsadı. Hücre tipinde küçük bir örgüttü. Her hücre üç kişiden oluşuyordu. Her hücredeki sadece bir kişi kendisini tanıyordu ve her hücreden sadece bir kişiyi biliyordu. Yani örgütteki tüm kişiler biri kendisi olmak üzere maksimum 3 kişiyi biliyorlardı. Kendisi de hücre sayısı kadar insanı tanıyordu. Her hücreden bir kişiyi bulmuş ve ona bir hücre kurmasını söylemişti.
Örgütün amacı, insanın tür olarak insanlara ve doğaya verdiği ve vereceği zararları azaltmaya ve mümkünse yok etmeye çalışması ve bu yolda her şeyi göze almasıydı. Örgüte “The Unpossessors” adını vermişti. İnsanın bir tür olarak insanlığa ve doğaya verdiği zararların, sahiplenme arzuları ve açgözlülükleri ile ilgili olduğunu düşündüklerinden, kendileri de şahsi olarak tüm mülklerinden, mevkilerinden ve bir şey sahibi olmaya dair arzularından vazgeçmişlerdi.
Hatta aileleriyle ilişkilerini değiştirmeye, çocuklarının istikbalini ve ikbalini garanti altına alma gibi eğilimleri bırakmışlardı. Onlarla arkadaşlık ediyor ama onlara kendi imkânlarıyla ekonomik bir rahatlık kazandırma sorumluluğundan vazgeçmişlerdi. Dolayısıyla hiçbir şeyi sahiplenmiyorlar, kendileri için hiçbir şey istemiyorlardı. O zamana kadar kazanmış oldukları ekonomik olanakları, mülkleri ve paraları da örgütün amaçları doğrultusunda harcamaya karar vermişlerdi.
Bu örgütle dondurulması arasında bir bağlantı olabileceğini düşündü. Belki de örgüt başarısız olmuş ya da bazı üyeleri yakalanıp örgütün çökertilmesi söz konusu olmuş, bundan kaçınmak için kendisini dondurtmuştu. Bu örgütün akibeti ile ilgili daha çok şey öğrenmeliydi.
Bu arada artık Peru’ya gitme zamanları gelmişti ve yine küçük bir uçakla doğrudan Arequipa’ya uçtular. İki gün önce tanıştığı edebiyatçılar grubundan üç kişi de onlarla beraberdi.
Bir ara sevgilisi, edebiyat grubundan bir kadının kendisinden hoşlandığını düşündüğünü söyledi. “Bence senden hoşlanıyor ve belki seni daha çok tanımak için bizimle gelmek istedi. Ve işin daha komiği, onunla beraber gelen adam da kadın da senden hoşlanan kadından hoşlanıyorlar. Biraz karışık bir ilişki çemberi oldu.”
“Benden hoşlandığını nereden çıkardın?”
“Biraz beden dili okumayı bilen herkes anlar, bence asıl soru sen nasıl anlamadın ya da anladın da anlamazlıktan mı geliyorsun?”
“Yok vallahi anlamadım.”
“Ancak kendisi ne kadar farkında veya ne istiyor, bir fikrim yok. Eskiden kadın erkek ilişkileri daha köşeliymiş ama şimdi öyle değil.”
“Nasıl yani?”
“Mesela iki kişi de birbirinden hoşlandıklarında bunu belli bir ilişki formatına çevirmek zorunda değiller. Eskiden ya sevgili olurlar ve bir süre sonra evlenirler ya da evlenmeseler de sevgili olarak yaşarlarmış. Şimdi mesela iki kişi de birbirinden hoşlansa da beraber olmayabilirler. Sadece arada görüşüp sohbet edebilirler, arada cinsellik yaşayabilirler. Bir ara yoğun bir ilişki yaşayıp bırakabilirler. Yani öyle belli bir ilişki kalıbına göre davranmadıkları için de bu hanım seninle ne yaşamak ister, bir fikrim yok. İnsanlar birbirini pek kıskanmadıkları için de belki de üçlü bir ilişki istiyordur ya da yan ilişki istiyordur.”
“Tam anlamadım.”
“Yani bizim ilişkimize bir itirazı yoktur, kendisi de bir süre seninle bir ilişki yaşamak istiyordur belki ya da daha uzun süreli bir ilişki istiyordur ama çoğu insanın yaptığı gibi başkasıyla görüşüp görüşmemesiyle ilgilenmiyordur.”
“Bu arada şunu da söyleyeyim, benim için bir sorun oluşturmaz. Yani ikiniz arasında yaşanabilecek bir ilişki beni rahatsız etmez, tabii sen de istiyorsan.”
“Bu gerçekten anlamıyorum. Nasıl oluyor da beraber olduğun birinin başkası ile de beraberlik yaşamasından rahatsız olmuyorsun?”
“Ben senin farklı baktığını ve farklı hissettiğini bildiğim için, ayrıca sen başka bir zamandan gelme biri olduğun için, bu farklı hassasiyetlerine özen gösteriyorum. Antalya’dayken başkasıyla sohbet ediyorum diye ne kadar üzülmüş, sinirlenmiştin, hasta olacaksın sanmıştım. O yüzden, hani senden hoşlanan kadından hoşlanan adam var ya, aslında ben de çok değil ama biraz ondan hoşlandım ama senin üzülmene değecek bir şey olmadığı için de bu konuda bir şey yapmadım. Bu kadar bir şey hissettiğim için yapmam da. Hatta sen olmasan da yapmayabilirdim.”
“Dediğim gibi çok sayıda insan birbirinden hoşlandıkları halde, bunu sadece arkadaşlıkla flört arası bir çizgide bir muhabbet sürdürmekle yetinebiliyor.”
“İyice rahatsız oldum. Ne bu ya, kimin eli kimin cebinde belli değil. Biri benden hoşlanıyormuş, diğer ikisi benden hoşlanandan hoşlanıyormuş, sen ise hem benden hoşlanıyorsun hem de benden hoşlanan kadından hoşlanan kişiden hoşlanıyormuşsun. Kötü hissettirdi bu bana. Ben isterim ki kimi seviyorsam onunla olayım, onunla ilgileneyim, o da benimle ilgilensin. Başka ilgiler, hoşlanmalar araya girmesin.”
“Seni anlıyorum ve yargılamıyorum. Bizlerden farklısın. Ama şöyle düşünürsen belki anlayabilirsin. Bizim için cinsellik, başka yakınlıklardan daha özel bir şey değil. Mesela bir insanın aklını, fikirlerini ya da esprilerini beğenmekle, dudaklarını beğenmek arasında o kadar fazla bir ayrım yok. Yani hoşlandığım bir insanın, başka birinin fikirlerini ya da eserlerini beğenmesinden nasıl rahatsız olmuyorsam, onun fiziğini beğenmesinden de rahatsız olmuyorum. Sevdiğim birinin beğendiği bir yazarla sohbet etmesinden rahatsız olmuyorsam, birini hoşuna gittiği için öpmesinden de rahatsız olmuyorum. İçinden geldiği gibi davranabilir, özellikle sevdiğim kişinin daha da özgür olmasını, benim tarafımdan kısıtlanıyormuş gibi hissetmemesini isterim.”
“Peki sen benim tarafımdan kısıtlanıyormuşsun gibi hissediyor musun?”
“Evet, mesela hoşlandığım biriyle sohbet etsem ya da yakınlaşsam mutsuz olacağını, gerileceğini bildiğim için böyle yapmıyorum. Ama dediğim gibi, eğer çok hoşlandığım biri olsa o zaman senin ne hissedeceğin daha az önemli olurdu ve bunun beni engellemesine izin vermezdim.”
“Yani daha çok hoşlanacağın biri olsa beni terk edersin.”
“Elbette, sen öyle yapmaz mısın? Diyelim birini daha çok sevdin, hatta bana olan duyguların azaldı, gene de benimle mi ilişkiyi sürdürmeye çalışırsın?”
“Sanırım en azından bir süre öyle yaparım. Belki ayrılmamak için çaba gösteririm. Ayrıca hayatımda sevdiğim biri varken başkasına ilgi göstermem ki hoşlanıp seveyim.”
“Dilersen senden hoşlanan hanımla flört edebilirsin, bu beni rahatsız etmez.”
“Bu sayede sen de hoşlandığın kişiyle mi flört edeceksin?”
“Hayır, bunun için söylemedim. Belki birini severken de başka biriyle bir şeyler paylaşmanın rezil bir durum olmadığını görürsün diye.”
“Ama benim bunu yapmak istememe nedenim ahlaki değerlerim değil ki, ben ilgi duymadığımı, içimden gelmediğini söylüyorum. Benim için vakit geçirmek, hoşuma giden şeyleri seninle paylaşmak ve erotizm seninle güzel. Seninle yaşadıklarım ve paylaştıklarım bana yetiyor ve beni mutlu ediyor. Aslında başkalarıyla olmak istiyorum da ahlaken uygun bulmadığım için yapmıyor değilim.”
“Söylediklerini anladım, ama ben de diyorum ki belki de böyle bir deneyimin olmadığı içindir.”
“Kalsın, ben istemiyorum. Ayrıca bana bunu önerme nedeninin beni düşünmenden mi yoksa kendini düşünmenden mi kaynaklandığından da şüpheliyim.”
“Kendimi düşünerek yapacağım şeyleri söylemekten çekinmeyeceğimi bilmeni isterdim. Belki zamanla görürsün. Bu sadece benim bir özelliğim de değil, hani sana eski klasik eserlerin ağır ve zor geldiğini söylemiştim ya. Bunun en önemli nedenlerinden biri, insanların kendi istek ve arzularını doğrudan söylemek yerine çok dolaylı yollardan ifade etmeleriydi. O zamanki iletişim ile şimdiki çok farklı. Mesela okuduğum romanlarda, filmlerde, uykusu gelen biri, beraber oturduğu arkadaşlarına, ‘şimdi sizin uykunuz gelmiştir, haydi yatalım’ gibi şeyler söylüyorlar. Biz öyle yapmayız, uykumuz geldiyse, ‘benim uykum geldi, ben yatacağım’ deriz. Biri ‘uykum geldi, yatmak istiyorum, ben kalkacağım’ dediği zaman da kimse gücenmez ya da ısrar etmez. Bunu az çok gözlemlemişsindir.”
“Evet, aslında doğrudanlığınız bana bazen kabalık gibi geliyor ama sonra bu samimiyet hoşuma gidiyor.”
“Bir şey soracağım ama samimi cevap ver. Senin yanıtların genellikle ne söylenmesi gerektiğini düşünüyorsan o şekilde oluyor, o yüzden bu uyarıyı yaptım. Sorum şu: Hani senden hoşlandığını söylediğim kadın var ya, bence çok güzel ve çekici bir kadın. Bana kalırsa benden daha seksi biri. Yüzü de vücudu da inanılmaz güzel, ayrıca sıcak biri. Yani senin hoşlanabileceğini düşündüğüm biri. Neyse, sorumu sorayım. Benden önce onunla tanışsaydın, onunla beraber olur muydun? Bir sorum daha var: Onlarla çok vakit geçirdik, sohbet ettik, herhangi bir anda o kadına, bir an da olsa bir çekim hissettin mi? Ama lütfen içine iyi bak, öyle cevap ver. Otomatik olarak ‘ben seni seviyorum, senden başkasına bakmam, ilgi de duymam’ deme.”
“Ne yapmaya çalıştığını anlamadım. Ben bir an başka biri de olabilir dersem haklı mı çıkacaksın?”
“Hayır, ben seni anlamaya çalışıyorum ve istiyorum ki sen de bizi anlamaya çalış.”
“Tamam, cevap veriyorum. Birinci soruna yanıtım: bilmiyorum, farazi bir soru. Seni tanımadan önce bu kadınla tanışsaydım ne hissederdim bilemem. İkinci soruna da cevabım şu: Nesnel olarak güzel bir kadın olduğunu kabul ediyorum ama herhangi bir ilgi duymuyorum.”
DEVAM EDECEK ama burada değil.
Artık neredeyse roman bıyutuna ulaşan bu öyküyü bir süre sonra buradan kaldıracağım ve tüm öyküyü yeniden yazacağım, bazı ilaveler yapacağım ve kitap olarak bastıracağım.
Burada arkası yarın gibi yazarak kurguyu tamamlamış bir nevi taslak yazmış oldum
Benim için oldukça keyifli ve verimli bir deneyimdi.
Yorumları ile katkıda bulunan tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum.
Kıymetli Hocam,
Netvörke Bağlanma Cihazını nerden bulabilirim? Doğubank veya Yazıcı Han’da var mıdır?
Fikrinize, hayal gücünüze, ellerinize sağlık…
Şiddet bitti, doğa huzura erdi oh dedik. Sahneye Neandertal, denisova girdi. muhtemelen bizim geçtiğimiz yollardan geçecek. Biz kurguda bile gün yüzü göremeyecek miyiz? Bari yarın gelseydi bunlar..
şu ana kadar kadın, adam için hem mekansal hem ruhsal açıdan rehber niteliğinde; hem adamın ruhsallığını daha iyi anlayabilmemiz hem de mekansal sıçramaları desteklemesi bakımından kadınla yolculuğu daha elverişli görünmekte.
gençleştirme ise adamın yeni dünyada dikkat çekiyor olması kendisine rahatsızlık verdiği için düşünülebilirken; bu özelliği ilerleyen süreçte ilgi çekici etkileşimler için bir araç olarak değiştirilmeden bırakılabilir de.
yükleme yaptırması ise hikayenin üzerine kurulu olduğu başlıca marazdan mahrum bırakır ki böylesi onu kimliksizleştirip hikayenin canlılığını olumsuz etkileyebilir.
kadının network ağından destek alarak geçmişine dair ipuçlarıyla yaşadığı bölgeye yapacakları yolculuk heyecan verici olabilir.
Tedavi gibi oldu bu metin. Keşke daha çok insana ulaşsa..
İnsanlar ikiye ayrılır Türko, networke bağlananlar, bağlanamayanlar. Bağlanamayan kara bir zamanda asılı kalır…
Hikaye giderek dramatik gerilimli yapıdan daha umut verici ve sürükleyici biçime dönüştü, bu yüzden de daha keyifli.
Güzel bir film senaryosu olabilecek kıvamda bir yazı
Umut ve umutsuzluğu
Varoluş ve yokoluşu
İki dünya arasında çatışmaların
Arzuları ve hoşnutsuzluğunun gerçekliği .
Çok teşekkür ederim iyi ki varsınız
Oh! B A Y I L D I M !!!
Bir solukta okudum öylesi sürükleyici. Hep hayalini kurduğumuz şeyler ama hayal ürünü değil bilimsel!
Bu yazı bir dizi senaryosuna dönüştürülüp dizi olmalı!
Çağ dışı bir ülkeden gelecek yaşam dizisi! Senaryo sıkıntısı çeken ama dünyaya diziler satan ülkemizin ilk prestijli dizisi olurdu. 🙏
İnsanlık böylesi bir yaşam için sahip olma duygusundan vazgeçebilir mi?
Kapitalin kontrolündeki bilim kapitalizmi yenebilir mi?
Yoksa o dünyada da bir avuç üst düzey yönetici insanın köleleri mi oluruz?
Zaten bir simülasyonda mı yaşıyoruz?
Merakla devamını bekliyorum.
Selam, sevgi ve saygılarımla…
Teşekkürler hocam. Çok güzel gidiyor.
“Daha fazla katlanamayacağimi düşündüm & çekip gittim”
Çok sık başvurulan bir davranış.. bahane olarak da çok sık karşimıza çıkan. Orada olmasını istediğimiz, güvendiğimiz arkadaşımızın boşluğuyla boğuşmak..
1- neden iyi kıvamında olan insanların gözünü kapamak & kaçmak gibi bir davranışı var?
2- Fikri mi eksik anlıyor karşısındakini..? Onu satan & satacak olan insanların mikro davranişlarını zamanında değerlendiremeyen Fikri mi?
3- hangi taraf gözlerini gerçeklere kapatan, ve şahit olduğu şey yokmuş gibi davranan?
4- edebiyatta okuyucular, konu & davranışlar hakkında düşünmek yerine, kim-kime, neyi-nasıl yapmiş merakında mı? Dizi izler gibi?
*kendi yazdıklarımı düzenlerken sayfa hata veriyor hep. Ve yazdıklarım uçuyor.. 🙁 (tel üzerinden)
Masal da bir yere kadar. (Başlangıçta yetti be biraz masal diye yaygarayı bassam da)..
Kahraman düşmüş imparator gibi ailem ailem diye tutturmuş. Amerikanvari aile masalı, (doğu tipi dışı çikolata içi zehir kutsal aile yutturmacalarını bir kenara bırakırsak biz nasıl özleriz sevdiklerimizi.) Yerin bilmem kaç kat altından teperek gelen bir duyum, bir an. Serçeleri anlatırkenki yüzündeki ifadede, bir el hareketinde, bir dostla dinlenen bir parçada, bir akşam yemeğinin lezzetli kokusunda, masanın hazırlanırkenki telaşında.. İkindi güneşinin eşyalara odalara vurduğu anda kapıda beliren yüzünde, boynunu belli bir şekilde tutuşunda.. Kendisinin haberi olmadığı güzelliğinde, harcadığı harcayacağı güzelliğinde, hüzün.. Bir akşam: Caz dinliyoruz, çankaya tepelerinden dolunay ahşap kitaplıkta, karaflarda ışıyor. Archie Shepp üfledikçe cennetin kapıları aralanıyor. Bir daha yaşamak için koşa koşa Dost kitabevine gidiyorum, bir mucize oluyor evet getirtebiliriz diyor tezgahtar. Koşa koşa eve gidip koyuyorum kaset çalara.. Hiç ilgisi yok o akşamla.. Çünkü dostumun gölgesinde bir akşamdı o, tekrarlanamaz. Nazım’ı sevinçle-sevgiyle okurkenki parlayan dişlerinde, gülümsemesinde, ruhunda. Çiğ tanelerine yansıyan bütün bir dünya.. Onun Parçalanamaz bütünlüğünde.. Andaki, seslerde, görüntülerde, kokuda vs parıldayışlarındaydı.. Özetle biraz duyum, biraz dirim gerek diyorum. Yıldık hukuksuzluktan, sevgi adı altında birbirimizi köleleştirmekten. Bu bağlamda iyi geldi, nefes aldık öykünüzden. Ama biraz duyum.Örneğin kahramanınız çocuğunun kucağındayken gülümsemesini, kokusunu, bakışını vb hatırlayabilir vs vs… Onlar bizim gördüklerimizi, olmazsa olmazların dikkate alınmamasının getireceği yıkımları bilmeseler de, esansiyel değerleri hiçe saysalar da, kendilerinin farkında olmadıkları güzellikleri bizim kalbimize nakşolmuştu, o içsel perde aralansın, bunlar gelsin. Dirim gelsin.. Dirim için kafa çok güzeldi. Teşekkürler. Dirim içinde kafa da güzeldir (belki)..
bir hikayeyi kahraman şöyle hissetsin isteği ile okuduğunuzda onu anlamanız imkansız olur, tıpkı bir insanı da keşke şöyle düşünse, şöyle hissetse diye dinlediğinizde anlayamayacağınız gibi.
kahraman şöyle yapsın, bunları hissetsin dediğinizde o anlatılandan başka biri olur
FOURİER’E 18.YY DA FALANSTER KURMA FİKRİNİ VERDİĞİ GİBİ, ‘BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN OLABİLİR’ DÜŞÜNCESİ İLK NE ZAMAN AKILLARA DÜŞTÜ ACABA? İNSANA İÇİNDE BULUNDUĞU KOŞULLAR İLK NE ZAMAN IZDIRAP VERMEYE VE DÜNYADA CENNET HAYALİNİ KURDURMAYA BAŞLADI? İNSANIN MUHAYYİLESİNE ANLAM VE ARAYIŞ YÜKLÜ SORULAR BIRAKAN BİR ÖYKÜ. FALANSTERLER GİBİ BU ÖYKÜNÜN DE KOMÜNLERİ OLSAYDI HAKEDER MİYDİK ACABA GİREBİLMEYİ, DİYE DE BİR DÜŞÜNCE GEÇİYOR OKURKEN.