
Prof. Dr. Doğan Şahin
Eski libas gibi aşığın gönlü
Söküldükten sonra dikilmez imiş
Âşık Seyrani (19 yy)
Popüler psikoloji bize affetmenin ruh sağlığımız için yararlı olduğunu vaaz eder. Bize ne vaaz edilir, ne önerilirse önerilsin, ruhsal yapımızda çeşitli etkenler arasında aralıksız devam eden dinamik etkileşimler ve çatışmalar sonunda, en ekonomik olan ne ise o gerçekleşir. Hangi davranış daha az anksiyete yaratacaksa o olur. Dışarıdan bakan bir gözlemciye, saçma, yararsız hatta eylemi yapan için zararlı gibi görünen bir olay, aslında kişinin kendi ruhsal gerçekliği içinde değerlendirildiğinde son derece mantıklı, hatta yararlıdır.
Eski kırgınlıklarınızı, incinmişlikleriniz unutmanızın ve diyelim sizi aldatan ve terk eden bir sevgiliyle ilgili kafa yormayı bırakmanızın hakkınıza daha hayırlı olacağını söyleyen çok olmuştur. Siz de bu önerileri makul bulur, unutmak -ya da popüler psikolojinin moda deyimi ile affetmek- istersiniz ama beceremezsiniz.
İnsan neden affedemez? Neden eski bir yaraya takılıp kalır?
Eski yara eski yaraKapanmaz eski yaraSinesine sürer mi?Geri dönsem eski yara(Nurettin Rençber 21.yy)
Gerçekleşen ruhsal olaylar bizim için en ekonomik olanlar ise unutamamanın, takılıp kalmanın da bir yararı olması gerekir. Binlerce kalbi kırılmış, aldatılmış sevgili, o eski sevgiliyi unutmaz, şarkılar, şiirler yazar ya da yazılmış olanları dinler, efkârlanıp, ağlarken ne gibi bir ruhsal yarar elde ediyor olabilir?İnsan davranışlarının dinamiklerini incelerken meseleye sadece aşk ve nefret açısından ya da sadece libidinal ve agresif yatırımların dinamikleri açısından bakarsak çok şeyi kaçırmış oluruz. Davranışlarımızın ortaya çıkışında, narsisistik gereksinimlerimiz ile bütünlüklü ve tutarlı bir benlik algısı oluşturup bunu koruma eğilimimiz de en azından dürtüsel gereksinimlerimiz ya da yatırımlarımızın yol açtığı meseleler kadar önemli yer tutarlar.
Beynimiz sürekli kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nasıl biri olduğumuzu belirleyen verileri toplayıp, her an yeniden kim olduğumuzu kurar. Beynimizin ve dolayısıyla ruhumuzun en bitmeyen işlerinden biri tutarlı bir kimlik oluşturmak ve oluşturduğu o kimliği korumaktır. Affedememe bazen, işte bu tutarlı ve olumlu bir kimlik algısı oluşturmak ve onu korumak ihtiyacından kaynaklanır. İçinde yetiştiğimiz kültür bize nelerin affedilebilir, nelerin affedilemez olduğuna dair normlar öğretir. Bu normlara bakarak, kendisini diyelim şu kabahati affetmez biri olarak tanımlayan biri, işte o affedilmeyecek davranışla karşılaştığında affedip unutmak ya da affedip barışmak yerine, kendisine dair tutarlı bir algıyı korumak üzere affetmemeyi seçer. Affederse, bu yeni veri daha önce kendini tanımladığı şey ile uyuşmayacaktır. Dolayısıyla affetmeyi reddedecek, böylelikle kendisini ait olduğu ve doğru kabul ettiği bir çerçeve içinde doğru ve tutarlı davranmayı başarmış biri olarak algılamaya devam edecektir. Özellikle gelenek ve törelerin, dolayısıyla da bu toplumda yetişen bireylerin süperegolarının çok katı olduğu toplumlarda; mesela annesiyle tartıştığı ve annesini dinlemediği için aslında içinden barışmak gelse de karısıyla boşanabilir. Hatta bu davranışla ilgili çelişkisinden kurtulmak için de oldukça katı ve gelenekçi davranabilir. Böyle davrandıktan sonra da başkalarıyla ilgili benzer bir durum ortaya çıktığında geleneğin en katı savunucusu haline geçebilir.
Dolayısıyla, sevdiği birini affetmemesi ve onunla arasına mesafe koyması, sevdiği nesneden yoksun kaldığı için kendisini üzüp, acı verse de tutarlı bir benlik algısı yaratmak için o acıyı çekmeyi göze alacaktır. Haklı ve doğru davranmış olmak, kendisi için çok önemli ise bu davranışını kendi kişiliğini gösteren bir bayrak haline de dönüştürebilir. Hatta birini affetmemiş ve affetmeyecek olmayı benlik algısında bir çentik, bir nirengi noktası haline getirebilir.İnsan ilişkilerinin çok iç içe geçtiği, kişisel sınırların zayıf, bireysellikten çok toplumsallığın ön planda olduğu bizim gibi kültürlerde bazen kırıcı bir davranış karşısında sert ve kesin bir tutum almak, kültürün genel eğiliminin aksine bir davranış olmasına karşın, takdir edilir ve güçlülük olarak algılanır. Bu özellikle kültürel normlara aykırı davranışlar söz konusu olduğunda belirgin olur. Diyelim bayram ziyaretine gelmeyen bir çocuğunu affetmeyen, mesela abartarak söyleyelim evlatlıktan reddeden bir baba, bu tavrı ile geniş bir takdir kazanabilir ve desteklenebilir. Bu kabahati ileride işleyebilecek diğer çocukları neyin beklediğini gösteren bu ibretlik ceza sayesinde, tüm büyüklerin gönlüne bir nebze ferahlık serpilmiş olur.
Ülkemizde mağduriyetleri üzerinden kendisini tanımlayan ve bunu temel özelliği olarak benimseyen insan ve topluluk sayısı oldukça fazladır. Bu kimseler ve gruplar kendilerine yapılan haksızlıkları, hataları hiç unutmazlar. Sürekli kimlerin kendisine ne tür haksızlıklar yaptığını, kimlerin ne kadar çok kabahatli olduğunu anlatıp dururlar. Üstelik tek bir kişi de değildir onlara haksızlık yapan, sürekli başka insanlar benzer haksızlıkları yapmışlardır. Bu insanları dinlediğinizde kendi davranışlarından, kendi olası hata ve kusurlarından hiç bahsetmediklerini görürsünüz. Hep aldatılmış, kandırılmış ve suiistimal edilmişlerdir. Ne bunlarla gerçek anlamda hesaplaşırlar ne de unuturlar. Bir vakitler haksızlığa uğramış olduklarını kendi kimliklerinin önemli bir öğesi haline getirmeye çalışarak, bu olayları bayraklaştırırlar. Devamlı haksızlığa uğradıklarını ve mağdur edildiklerini düşünür ve başkalarının da kendilerini böyle algılamasını isterler. Haksızlığa uğramış olma, kendisine kötü ve incitici davranılmış olması sanki kendilerini tamamen sorgulanamaz yapmaktadır. Başkalarının kötülüğü üzerinden, başkalarının ne kadar kötü olduğunu göstererek, kendi iyiliklerini otomatik göstermiş olduklarını varsayarlar. Madem diğeri bu kadar kötüdür ve hem de kendisine haksızlık etmiştir, o halde kendisi tamamen masum ve iyidir. Bu şekilde başkalarının kötü olduğuna inanmak suretiyle, kendisiyle hesaplaşmaktan ve kendi gerçeği ile yüzleşmekten kaçanlar da geçmişlerini unutmaz ve olanlarla hesaplaşıp, geleceklerine bakamazlar. Onları ayakta tutan ve iyi olduklarına inanmalarını sağlayan şey başkalarının kötülüğüdür.
Neyi ve niye affederiz?Son yıllarda affetmenin ruh sağlığı açısından gerekli ve zorunlu bir şey olduğu, affedememenin ise nerdeyse ruhsal bir problem olarak görüldüğünden söz etmiştim. Oysa affetmemenin, affetmeye göre daha sağlıklı olduğu haller de vardır.
Örneğin antisosyal bir yakını sürekli affetmek, ruhsal açıdan sağlıklı biri olmak anlamına mı gelir? Ya da böyle birini affetmek gerçekten bizim ruh sağlığımız açısından daha mı hayırlı sonuçlar doğurur? Psikeart’a bir yazı yazmadan evvel genellikle çevremdeki insanlarla küçük anketler yapıyorum. Bu yazı için de sorduğum soru şu idi? Affetmek deyince aklınıza hangi suç veya kabahat geliyor? İnsanların çoğu aldatılmak veya kandırılmak diye cevap verdiler. O zaman soruyu bunun üzerinden soralım. Kendisini tekrarlayan bir şekilde aldatan birini sürekli affetmek sağlıklı bir tutum mudur? Böyle bir eşi affetmeyen biri ruhsal bir sorunu olduğu için mi affedememektedir?
Bu soruların yanıtını şu soruya yanıt verirken yanıtlamış olacağımı düşünüyorum: Kendisini sürekli aldatan birini her seferinde affeden biri bunu neden yapar?Burada da gene o kişiye yapılan yatırımın mahiyetinden çok o kişi ile ilişkiye verilen anlam ve o kişi ile ilişkide affedip affetmeme durumunda nasıl hissedileceği önemlidir. Çünkü nesnelere sadece libidinal ya da agresif yatırım yapmayız. Her zaman hem libidinal hem de agresif yatırım yaparız ve sağlıklı olduğumuz oranda ilişkilerimizi inkâra başvurmaksızın olumlu bir duygu tonunda tutmaya çalışırız.
Şimdi bir insan tarafından sevildiği ve beğenildiği için ve ancak bu koşulda kendini sevilebilir ve değerli hisseden bir insanı düşünelim. Belki ebeveynlerinden birinin ikamesi olduğu için, belki ödipal nesneye karşılık geldiği için ya da narsisistik dinamiklerle sevilmiş biri, bizim sonradan defalarca aldatıldığı halde affedecek olan kahramanımızı da sevmiş ya da iyi davranmış olsun. Başlangıçta kendisine ilgi gösteren hatta diyelim kendisiyle evlenen, dolayısıyla kahramanımızda sevildiği ve beğenildiğine dair bir algı oluşturan bu kişi daha sonra çeşitli nedenlerle ilgisi azaldığı için başkalarına ilgi duymaya ve zaman zaman başkalarıyla birlikte olmaya başlasın. Bizim kahramanımızın, seviliyor olduğunu hissetmeye ihtiyacı çok fazlaysa, karşı tarafın ilgisinin azalmakta olduğunu görüp üzülse bile bunu onun sevgisinin azalması biçiminde yorumlamamaya çalışıp hep başka bahaneler bulacaktır. “Çok çalışıyor, çok yorgun”, “yoksa sevgisi azaldığından ilgisiz değil” ya da “geçen beraber yürüyüşe çıkalım dedi, demek ki beni hala eskisi gibi seviyor” diyecektir. Sağdan soldan bir şeyler duyduğunda da mümkün olduğu kadar inkâr etmeye çalışacaktır. En sonunda aldatılmakta olduğu gerçeği inkâr edilemez bir biçimde ortaya çıktığında ise bunun o kadar da önemli olmadığına dair kanıt arayacak ve affetmenin bir yolunu bulmaya çalışacaktır. Çünkü o kişinin kendisini sevmediği ve aldattığı, bundan sonra da aldatacağı bilgisi kendi varoluşunu derinden ve onarılmaz bir biçimde yaralayacaktır. Bunu göze almaktansa her seferinde affetmeyi seçer. Ancak kişi ne kadar inkâr ederse etsin ve bu inkâr sayesinde affetmiş olursa olsun, o bir vakitler kendisini seven ve ilgili kişiyi sevmeye devam edecek ama şimdi kendisini aldatan kişiyi bu kişiden ayıracaktır. Bulunduğu örgütlenme düzeyine göre bu tam bir bölme biçiminde olabileceği gibi inkârla ve hatta dissosiyasyonla desteklenen kısmi bir bölme biçiminde de olabilir. Bir vakitler çok sevmiş olduğu ve kendisini de seven kişiye duyduğu aşkı şimdi ne kadar inkâr etse de eskisi gibi olmayan sevgiliye aktaramaz. Kendisi de daha uzak ve ilgisiz olur ama inkâr ettiği, artık eskisi gibi sevilmediği gerçeğinin açığa çıkmasından dolayısıyla bu anlama gelecek ayrılmadan korkar ve bu ilişkiye gene de dört elle sarılır. Dolayısıyla aslında kendi ruhsal gerçekliği içinde affetmek zorunda kaldığı için affeden biri söz konusudur. Bu uç örnekten yola çıkarak şu soruyu sorabiliriz. Acaba her kırılmadan sonra, affetsek bile bir miktar inkâr ve bir miktar yatırım azalması meydan gelir mi? Her affetme aslında sevginin biraz geri çekilmesi ile mi gerçekleşir?
Sadece aldatmaya özgü değil, idealize ettiğimiz, bir sürü olumlu nitelikler atfettiğimiz ve bunlar dolayısıyla beğenip takdir ettiğimiz birinin yarattığı hayal kırıklıkları da onu idealize etme miktarımızı azaltır. Ve eğer ona olan yatırımımızın esasını bu idealizasyon oluşturuyorsa, idealizasyondaki azalma ile birlikte yatırımımız da dolayısıyla da sevgimiz de azalacaktır. Freud ve Kohut idealize edilen nesneden geri çekilen libidinal yatırımın kişinin kendisine ( ego veya self) yatırıldığını dolayısıyla kişiyi zenginleştirip, güçlendirdiğini söyler.Demek ki kırgınlıklar ve hayal kırıklıkları da bizi zenginleştirip, güçlendiren şeyler olabilirmiş. Ancak buradaki güçlenmeyi sağlayan ana etken affedip affetmemek değil, bir hayal kırıklığı ile başa çıkabilmektir. Çünkü yaşadığımız hayal kırıklıkları başkasına yaptığımız duygusal yatırımın bize dönmesine neden olarak benlik saygısının artırır. Benlik saygısını artırmakla da kalmaz, genellikle o kişiye atfedilen değerlerle özdeşim kurmamıza ve bu değerleri kendimiz için idealize etmemizi de sağlar. Belki de Nietzsche “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.” derken bunu anlatmak istemiştir.
Affetmenin olgun biçimleri
Yakın ilişkilerde yaşanan kırgınlıkların ve hayal kırıklıklarının bir çözümlenme biçimi de aşırı idealizasyonun daha gerçekçi biçimlere dönüşmesidir. İnsan âşık olduğunda karşısındaki insanda olmadığı halde olmasını istediği için kimi özellikleri de varmış gibi kabul eder. Özellikle kendisine yönelik sevgisinin koşulsuz ve kusursuz olduğuna inanmak eğilimi gösterir. İlişki yaşandıkça, insan karşısındakinin bazen kaba, incitici, bencil olabildiği gerçeği ile yüzleşir. Genellikle bu hayal kırıklıklarına da küçük misillemeler, küskünlükler gibi karşı taraftan intikam almayı ve canını yakmayı amaçlayan tepkiler verir. Böylelikle zarar veren, zarar verdiğini anlar, özür diler, hatta onarma davranışlarına girer, gönül almaya çalışır. Zarar gören ise karşısındakini bağışlamayı ve sevdiğinin kusursuz olmadığını kabullenmeyi öğrenir. Bu da sağlıklı bireylerde aşkın idealizasyonun azalmasına rağmen, iki taraf arasında daha gerçekçi ve yakın bir ilişkinin gelişmesine neden olur. Nietzsche’nin sözünü bu bağlamda bir kez daha yorumlayacak olursak, belki de “Kırıldığımız şey bizi öldürmediyse (ilişkimizi bitirmediyse), kendi hatalarımız ve sevdiklerimizin kusurları hakkında düşünebiliriz ve olan biteni anlamlandırdıkça, kendimizi ve sevdiklerimizi daha iyi tanırız, gelişiriz, olgunlaşırız” demek istemiştir.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.